1976 yazında, babam bir gün eve geldi ve başkonsolos olarak Essen’e tayininin çıktığını anlattı. Bir anda büyük bir heyecan yaşandı evimizde. O zamanlar sekiz yaşındaydım, hemen çocuklar için hazırlanmış atlasımı açtım baktım, Essen neredeymiş ve buldum: Almanya’daydı.
Bunu öğrenince bir dizi soru belirdi zihnimde: Ne zaman gidecektik, yeni evimiz nasıl görünüyordu, Almanca zor bir dil miydi? Hayatımın ilk altı yılında Hollanda’da yaşamıştık, ardından Ankara’da, İngilizce eğitim yapılan bir okula devam etmiştim. Diplomat çocuğu olarak birkaç senede bir, annem ve babamla beraber başka bir ülkeye taşınmaya hazırlıklıydım. Ama o dönemde şunu tahmin edemiyordum henüz: Almanya, herhangi bir ara durak olmayacak, bütün hayatıma damgasını vuracaktı.
1976 Ağustosu’nda Essen’e geldik. Ben, tek kelime Almanca konuşamıyorken, Bredeney semtindeki Meisenburg İlkokulu’na, üçüncü sınıfa kaydoldum.
Annemin beni okul müdiresiyle ilk kez görüşmeye giderken yanında götürdüğü günü hatırlıyorum. İngilizce konuşmuşlardı, böylece ben de ne konuştuklarını anlamıştım. Müdire hanım, üçüncü sınıfa değil ikinci sınıfa başlamamın daha doğru olacağına annemi ikna etmeye çalışıyordu, çünkü “çocuk hiç Almanca bilmiyor”du.
Annem hiç aynı fikirde değildi. Kesinlikle bir sene geriye gitmemeliydim. Onun tezi dokuz yaşından küçük çocukların son derece hızlı bir şekilde yeni bir lisan öğrenebileceğiydi. Sadece altı ay içerisinde kesinlikle akıcı bir Almanca konuşabilirdim.
Bu minval üzerine devam etti konuşma. İki taraf da ısrarcıydı ve bir çözüm görünmüyordu. Ne pahasına olursa olsun beni bir sınıf geriletmemeye kararlı annem müdire hanıma bir öneri yaptı: Eğer altı ay içerisinde akıcı bir Almanca konuşamazsam bir sınıf geriye gitmemi kabule edecekti. Müdire hanım da bu öneriyi kabul etti. Durum gayet açıktı: İki hanımefendi biraz evvel benim üzerimden bir iddiaya tutuşmuşlardı.
Şansıma annem haklı çıktı. Altı ay sonra okul müdiresi de çok iyi Almanca öğrendiğimi teslim etti, üçüncü sınıfa devam edebilirdim. Ve bu çılgın iddia benim Almanya’dan hatırladığım ilk önemli hadise olarak kaldı.
Keyifle hatırladığım ikinci bir hikâye de şudur: 1976’da Essen’de hiçbir yerde patlıcan bulmak mümkün değildi. Bu yüzden babam bir diplomat arkadaşına Türkiye’den patlıcan getirmesini rica etmiş. Bu nefis sebze elimize geçtiğinde Noel ile Paskalya beraber kutlanıyormuşçasına sevinmiştik, annemler bahçede bir mangal partisi düzenlemişlerdi. Komşumuz Dr. Haferkamp, emekliydi ama formdaydı hâlâ, bahçelerimizi ayıran çite yaklaşıp bizi izlemeye başlamıştı. Babam tipik Türk misafirperverliğiyle onu hemen davet etti ama Dr. Haferkamp yan çizdi, onun ilgisi daha ziyade patlıcanlara yoğunlaşmıştı.
Babama neden “çürümüş hıyarları” ızgaraya koyduğunu sorunca biz gülmeye başladık. Artık babamın davetine icabet edip bizim tarafa geçmekten ve patlıcanları denemekten başka çaresi kalmamıştı Dr. Haferkamp’ın. Ve tabii gördü ki “çürümüş hıyarlar” pek lezizdi. Bugün dahi patlıcan gördüğümde bu hikâyeyi hatırlarım.
Dört sene sonra bir sonraki tayin: Babam kısa sürede Ankara’ya geri döneceğimizi söylediğinde hemen ağlamaya başladım. Essen’den ayrılmak istemiyordum, benim için dünyanın en güzel yeriydi. Arkadaşlarım buradaydı, bisikletle okula gidebiliyordum, Bredeney ve Rüttenscheid’ın her köşesini avucumun içi gibi biliyordum. Ama bütün bunların bir faydası olmadı.
1980’de Ankara’ya dönmek üzere Essen’den ayrıldık. Almanya elçiliğindeki okula kaydoldum ve yavaş yavaş Essen’i unutmaya başladım. Ta ki iki sene sonra babam başkonsolos olarak Düsseldorf’a tayin edildiğini bildirene kadar. Büyük bir sevinç dalgası hâkim oldu evimize. Bu defa atlasa ihtiyacım yoktu, Düsseldorf’un nerede olduğunu çok iyi biliyordum, Essen’le arasında 30 kilometre bile yoktu.
Annem de çok sevinmişti çünkü o bölgede yeniden görebileceğimiz çok dostumuz, arkadaşımız vardı. Düsseldorf’taki Clara Schuman Gymnasium’da dokuzuncu sınıfa yazıldım. 1986’da babamın bir kere daha tayini çıktığında tek başıma Almanya’da kalmaya karar verdim.
On ikinci sınıftaydım ve arkadaşlarımdan vazgeçmeye, yatılı bir okula gitmeye ya da Düsseldorf Rheinstadion’daki çok sevdiğim tenis kulübüm TC 50’yi bırakmaya hiç niyetim yoktu. Ebeveynim kararımı kabul etti ve bana Düsseldorf’ta bir daire tuttular.
Böylece kendi dönemimde, on ikinci ve on üçüncü sınıflarda, dönemin yalnız başına yaşayan tek çocuğu ben oldum. Heyecan veren yıllardı. Her şeyi kendim halletmek, bütün günlük sorunları tek başıma çözmek zorundaydım. En önemli sorunum paraydı. Annemle babamın bana verdikleri parayla Abitur’un sonuna dek idare etmeliydim. Sorun şuydu: Para, düşünülen zamanın yarısında buharlaşmıştı adeta. Nasıl olmuştu bu, bugün dahi bilmiyorum. Ebeveynimden daha fazla para istemeye cesaret edemeyince bir iş aramaya başladım. Ama ne yapacaktım? Ve ne zaman? Spor ve dersler dışında zaten hiç zamanım yoktu.
Kısa bir süre sonra çalışma fikrinden vazgeçtim. Mali sorunları olan bir genç ne yapar? Kalbini ninesine açar. Ve ne kadar şanslıydım ki ninem büyük bir anlayış gösterdi ve Abitur’un sonuna kadar hiç kimseye fark ettirmeden ve aksatmadan bana destek oldu.
Münster’deki İşletme eğitimim sırasında siyasetle ilgilenmeye başladım. O döneme kadar Türklerle, ebeveynimin tanıdıkları ve dostları dışında, pek ilişkim olmamıştı. Gymnasium’da veya tenis kulübünde pek rastlaşmıyordum Türklerle.
Ama üniversitedeyken durum değişti. Hemen ilk yarıyılda ilk Türk arkadaşlarımla tanıştım. Beraber çok zaman geçiriyorduk. Yalnızca Almanlara ait bir âlemin parçası olmadığımı, aynı zamanda bir Türk aidiyetim olduğunu o zaman keşfettim. Ben kendimi hep bir dünya vatandaşı, her yerde kendini evinde hisseden bir insan olarak algılamıştım. Ama artık Almanların bana baktıklarında hep “bir Türk” gördüklerini anlamış, Almanya’da o zamana kadar bilincinde olmadığım bir Türk imajının varlığının farkına varmıştım. Bu kafamı çok meşgul etmeye başladı.
Bir şeyler yapmak istiyordum. Biz Türklerin bir iletişim ağı kurmasının, fikir alışverişinde bulunup bu önyargıları azaltmak için çalışmasının gerekli olduğu kanaatindeydim. Arkadaşlarımla beraber European Association of Turkish Academics – EATA isminde bir birlik kurdum. Avrupa Türk Akademisyenler Derneği anlamına gelen bu İngilizce ismin İngilizce olması bilinçli bir seçimdi, böylece enternasyonal hedeflerimizin altını çizmek istemiştik. Birlik iki sene içerisinde altı ülkeden sekiz yüz üyeye ulaştı ve ikinci nesil kadın ve erkek Türkler arasında neredeyse sihirli bir çekim gücü yarattı.
Hepsi ilgi alanları ve kafa yapıları benzeşen insanlarla ilişkiler kurmak istiyordu, hepsinin kafasında benzer sorular vardı: Ben kimim? Türk müyüm? Avrupalı mıyım? Bundan çıkartılması gereken netice nedir?
Kurulmasında pay sahibi olma şansını yakaladığım ikinci dernek Liberal Türk-Alman Birliği (LTD) oldu. Birçok Türk, özellikle de vatandaşlığa alınmış, gururlu Alman pasaportu sahipleri, liberal zihniyete yakın hissediyordu kendisini. Şu soruyu gündeme getirdik: Türk kökenli Almanlar siyaset sahnesinde nasıl aktif olabilirler? Alman siyasetinin göç geçmişi olan insanlara ihtiyacı var mı? Göçmen kadınları siyasete katılmaları için nasıl cesaretlendirebiliriz?
Arif Babür Ordu ve Mehmet Gürcan Daimagüler’in liderliğinde Bonn’da kurduk LTD’yi. Kurucu üyeler arasında birçok Alman, özellikle de Klaus Kinkel, Guido Westerwelle, Wolfgang Kubicki ve diğer bir dizi önemli FDP’li politikacı da vardı.
Üniversite yıllarım bu iki dernekte, EATA ve LTD’deki gayretli çalışmalarım tarafından şekillendirildi. Bu, bir kendimi bulma dönemiydi benim için. Ve hiç farkında olmadan bir ağın dostane temellerini de attım. Son derece farklı insanlardan müteşekkil gevşek bir ağdı bu. Her tabakadan ve Türkiye’nin her köşesinden insanlar vardı bu ağda, farklı partilere oy veriyor, bin bir türlü meslek icra ediyorlardı. Hepsini bir araya getirense bir göç toplumu olarak Almanya’nın şekillendirilmesine katkıda bulunma isteğiydi.
Bugün bir iş adamıyım ben ya da bazılarının söyleşiyle Start-up-Entrepreuner. 15 sene bir danışmanlık firmasında, ardından lider pozisyonda e-ticaret şirketlerinde çalıştım. Her iki işimden de memnundum ama sonra İsveçli bir iş insanıyla karşılaştım ve bu karşılaşma hayatımı bir kere daha altüst etti.
Bu adamın kişiliğine ve fikirlerine, sorumluluk almaya hazır olmasına ve geleceğe yepyeni bir bakış açısıyla bakmasına hayran kaldım. Villa yerine özgürlük, statü yerine start-up… Sloganı buydu, bana da esin kaynağı oldu. Bugüne kadar 20 civarında yeni firma kurdum ve 40’tan fazla start-up’a yatırım yaptım.
Babam meslekten hariciyeciydi, annem ise sanat tarihçisi. Yani iş insanı olmak, aileden öğrendiğim, anne sütüyle aldığım bir şey değil. Bu yeni evrene dalabilmek için bir esin kaynağına ihtiyaç vardı, benim için bu esin kaynağı bu İsveçli iş insanı oldu. Ve şimdi sıra bende, ben daha gençleri yönlendireceğim ve onlar için bir örnek teşkil etmeye çalışacağım.
Gelecekte, köken ve entegrasyon üzerine konuşmak zorunda kalmayacağımız, zamanımızı ve eforumuzu daha önemli konulara ayırabileceğimiz günlerin geleceğini umuyorum. İklim krizi, dijitalleşme, eşitsizlik… Bizi harekete geçirmesi gereken konular bunlar. Umarım çocuklarım ve onların kuşağı, bir gün geriye dönüp bakacak ve “öteki”nin neden bu kadar uzun bir süre şeytanlaştırıldığına hayret edecek.
Alman-Türk İşgücü Anlaşması’nın üzerinden altmış sene geçmiş ve ben bu yolculuğun bir parçası oldum. Hayır, ben bir misafir işçi çocuğu değilim. Ama Alman toplumu nasıl büyük bir çeşitlilik gösteriyorsa, Almanya’da yaşayan Türklerin hikâyesi de aynı şekilde çeşitlilik gösteriyor.