Babam 1964’te imzalanan Türk – Alman Sosyal Güvenlik Sözleşmesi’nin mimarıydı. Bu sözleşme belki de sadece babamın Willy Brandt’a bir Noel tebrik kartı göndermesi nedeniyle imzalanmıştı.
1961’de Türkiye ile Federal Almanya arasında bir işgücü anlaşması imzalanmıştır. 1964’te, Türk hükümetinin Bülent Ecevit’in başında olduğu Çalışma Bakanlığı’nda misafir işçilerin sorunları giderek daha fazla duyulur olmuş.
Babam Mehmet Bekâm Bilâloğlu Bonn üniversitesinde hukuk doktorası yapmış, arkasından Türkiye’ye dönmüş ve o sırada Bartın-Zonguldak iş mahkemesinde hâkimmiş. Alman hukuk sistemini bildiği, ülkeyi tanıdığı ve Almanca konuşabildiği için Bülent Ecevit ondan Almanya’daki Türk işçilerinin haklarını savunmasını istemiş.
Babam bu teklifi kabul etmiş. Almanya’yı severdi, çok güçlü bir adalet duygusu vardı. Bir Türk yargıcının aldığı maaşın üç katını kazanacaktı. Annemle hemen evlenip Almanya’nın o zamanki başkenti Bonn’a taşınmış. Babam Türkiye’nin Almanya’daki ilk İş ve Sosyal Güvenlik ataşesi olmuş. Bir diplomatın normal şartlarda kariyerine başlamadan önce geçmek zorunda olduğu bir dizi sınava girmesi gerekmiş. Ataması en yüksek makamlardan yapılmış; Çalışma Bakanı Ecevit, Başbakan Demirel ve Cumhurbaşkanı Gürsel.
Almanya, babama bir doktora öğrencisi olarak 50’li yıllarda kucak açmış. Lira o zamanlar Mark’tan daha değerliymiş, yurt dışında okuyan Türk öğrencilerin ekonomik durumları iyiymiş. Babam, üzerinde beyaz bir takım elbise, o zamanki kız arkadaşı kolunda, Heidelberg sokaklarında dolaştıklarını ve kızın eski bir Nazi olan babasıyla dalga geçtikleri günleri büyük bir keyifle anlatırdı.
Ama artık zaman değişmiştir. Artık Türkiye’den gelen, çoğunlukla basit insanlar olan ve doğal olarak Almanca konuşamayan göçmenlere küçümseyerek, tepeden bakılmaktadır. Babam ilk ağızdan, doğrudan bu insanlardan maruz kaldıkları haksızlıkları dinliyor: Türk işçiler daha az ücret alıyor, daha çok çalışıyor, bazıları lebaleb dolu yurtlara tıkılıyor ve bir yatak için, normal şartlarda iki odalı bir dairenin kirasına yetecek kadar para ödüyor. Emeklilik hakları, çocuk yardımı ve çocukları için hastalık sigortasından ödeme alma imkânları yoktur, halbuki aylıklarından bütün bunlar için gereken kesintiler yapılmaktadır.
Amirlerine sorunları anlatıyor ama sanki sağır bir duvara konuşuyormuş gibidir, tepki de alamıyor. Ne istiyor bu tuhaf adam? Destek bulamıyor babam, amirleri onu başından savıyor hatta bu konularla uğraşmaktan vazgeçmesini tavsiye ediyor. Zaten bir sonuca ulaşamayacağından eminler, bu ısrarcılığıyla sadece kariyerine zarar vermekle kalacağına inanılıyor. Ama babam hemen pes edecek adam değildir. O pragmatiktir ve hedefine nasıl ulaşacağını düşünür.
İşte bu sırada doktora öğrenciliği döneminde o sırada Berlin belediye başkanı olan Willy Brandt’la karşılaştıkları aklına gelir. Brandt, o dönemde, diğer doktora öğrencileriyle beraber onu da tanışmak için kahve içmeye davet eder.
O dönemden tanıdığı Willy Brandt’a, 1963 Noeli’nde bir tebrik kartı gönderir ve kartta misafir işçilerin çektiklerini dile getirmeyi de unutmaz.
Bu hadiseden sonra iki telefon alır: Bu konuyla bizzat ilgileneceğini söyleyen Brandt’tan ve derhal yanına gelmesini isteyen Türk büyükelçisinden. Büyükelçi, ataşelerin kendi başına Alman hükümet görevlileriyle ilişkiye geçmesinin iki ülke arasındaki protokollere aykırı olduğunu söyleyerek babamı sertçe uyarır, Federal Alman hükümeti mensuplarıyla sadece elçilik üzerinden ilişki kurulabilir!
Bunun üzerine babam da, sadece eski tanışı Willy Brandt’a bir Noel tebriği gönderdiğini söyleyerek safiyane bir cevap verir.
Ama bu Noel kartı bir şeyleri harekete geçirmeye yeter. Başlayan görüşmelerin neticesinde 1964 Sosyal Güvenlik Sözleşmesi imzalanır. Bu sözleşmeyle Türk misafir işçilere Yunan ve İtalyan işçilerin çoktan sahip olduğu haklar sağlanır. Türkler ikinci sınıf misafir işçiler olmaktan çıkar.
Sözleşmenin imzalanması sırasında babam Çalışma Bakanı’nın hemen arkasında duruyor, hedefine ulaşmaktan büyük gurur duyduğu açıkça görülüyor.
Babam bundan sonra da Türk işçilerin menfaatlerini korumak için çalışmaya, kendi görev alanını aşıp aşmadığına bakmaksızın devam etti. Almanya’da Anadolu isimli bir Türkçe gazetenin çıkarılmasına önderlik edenlerden biriydi, Köln’de ilk Türkçe radyo programının hayata geçirilmesine de katkısı oldu.
Bülent Ecevit ve babam bu işbirliğinin neticesinde dost olmuşlar ve bu dostluk o kadar ilerlemiş ki babam bana bakanın ismini vermiş.
Babam bir ev ayarlamak için bizden birkaç hafta önce gitmişti Almanya’ya, ama sadece Berlin-Reinickendorf’da minnacık bir daire bulabilmişti. Düzgün bir kiralık ev bulabilmek Türk diplomatlar için bile zordur o dönemde. Kiralık ev sahiplerinin telefonu kapatması için bir Türk soyadını duymaları yetiyordu.
Her halükârda, karanlık bir kış akşamında, şehrin doğu tarafındaki Schönefeld havaalanındaydık ve babam yanımızda değildi. Her yer karla kaplıydı. Annemin üstünde yakalı, leopar kürkü siyah mantosu vardı ve Schönefeld havaalanından Batı-Berlin’e nasıl gidebileceğini çıkarmaya çalışıyordu. Bizi sınır kapılarından birine götürecek arabaya doğru yürürken ayakkabısının topuğu kırıldı, yolun kalanında aksayarak yürümek zorunda kaldı. Sahne, bugün bile gözlerimin önünde.
İlk zamanlarda Berlin’de hiç mutlu değildim. Ankara-Çankaya’da, Cumhurbaşkanlığı Köşkü’ne yakın 230 metrekare büyüklüğündeki bir dairede oturuyorduk, çok güzel bir manzaramız vardı. Balkonumuzda bir güvercin yuva yapmıştı, Almanya’ya gitmemizden hemen önce yavruları yumurtadan çıkmıştı. Her gün onlarla ilgileniyordum.
Halbuki Berlin’de, Reinickendorf’ta, tarlalara ve yüksek sosyal mesken bloklarına bakan, iki odalı minik bir dairede oturuyorduk. Karanlık ve soğuktu, insanların mesafeli davrandıklarını hissedebiliyordunuz ve pek sevimli değillerdi. Herkes bana hiçbir şey bilmediğimi anlatmaya çalışıyordu; hiçbir şey bilemezdim, çünkü Türkiye’den gelmiştim. Aklınıza gelecek herkes bana ders vermeye çalışıyordu.
Bu evden taşınmamız ancak birkaç sene sonra mümkün oldu. Annem nihayet güzel, büyük bir daire bulmuştu Ku’damm’da. Buna rağmen iki ağabeyim Kreuzberg’de yani Batı Berlin’in diğer ucunda, Gymnasium’a gittiler. Ebeveynime, Türk öğrencilerin Kreuzberg’de, Wilmersdorf’taki bir Gymnasium’dakinden çok daha az göze batacaklarını söyleyerek bunu yapmaları tavsiye edilmişti.
İlkokulda sınıf arkadaşlarımdan çoğu Ku’damm’da oturduğuma inanmıyordu, “Türklerin hepsi Kreuzberg’de otururlar”dı. Bana sık sık, “Ama sen çok iyi Almanca konuşuyorsun” veya “Sen diğer Türkler gibi değilsin, sen iyisin. Ne demek istediğimi anlıyorsun, değil mi?” gibi şeyler söylüyorlardı. Bunların tam olarak ne anlama geldiğini o zamanlar anlayamıyordum, ama yine de izi kalıyordu bu lafların.
İlkokuldan sonra İngiliz işgal kuvvetlerinin Gatow’daki Havel School’una devam ettim. Ama buradan sadece İngiltere’de geçerli bir diploma alabiliyordum, bu nedenle Amerikalıların Zehlendorf’taki John F. Kennedy okuluna geçmemi planladık. Bu okulda hem Amerika’da geçerli High School diploması alabilecektim hem de Almanya’da üniversite eğitimi için gerekli olan Abitur’umu yapabilecektim.
Ama bir Türk olarak, bir diplomat ailesinin çocuğu olsam da, bu okula devam etmem mümkün değildi. Böyle öngörülmemişti. Babam bu haksızlık karşısında köpürdü ve Amerikan elçiliğine bu durumla ilgili şikâyetini bildirdi. Ve haklı çıktı. Sadece bir İngilizce sınavından geçtim ve okulumu değiştirebildim. John F. Kennedy High School’da sadece Türk vatandaşlığı olan ilk öğrenci ben oldum.
Britanyalıların okulunda askeri disiplin hâkimdi. Okulun formasını giyiyorduk, sabahları güne koroyla şarkılar, ilahiler söyleyerek başlıyorduk, hocalarımıza muazzam bir saygı göstermek zorundaydık. Ama şimdi işler değişmişti: Bumburuşuk, üzerimizden dökülen tişörtler, sıraların üzerine kaldırılmış ayaklar, arsız kelâmlar. Ve tabii öğretmenlerin tuhaf kriterleri.
Okula alınmamdan kısa bir süre sonra Almanca hocam ebeveynimi okula çağırdı. Şikâyeti şuydu: İngilizce ve Almanca anadili olan çocuklarla beraber onların sınıflarına devam edip, İspanyolcayı seçmeli ders olarak almam ve Fransızcada Abitur yapmam, üstüne eve gelince de Türkçe konuşmam mümkün değildi. “Bu kadarını Alman öğrenciler bile beceremiyor” demişti.
Sınıfımı değiştirmek mecburiyetinde kaldım. Anadili bir anlamda Almanca olan bir çocuk olarak kendimi bir anda, henüz Almanca öğrenmeye başlamış, doğru dürüst Almanca cümle kuramayan çocukların arasında buldum. Ne kadar sıkıldığımı anlatamam. O kadar ki dik kafalı, hırçın bir çocuk oldum, derslere hiç dikkatimi vermiyordum, kısa bir süre sonra Almanca karne notum sınıfı geçmeme ancak yetecek kadar düştü.
Bundan bir ders çıkardım. Bana bu şekilde bir muamele yapılmasına bir daha izin vermeyecektim. O günden sonra, bana ya da bir başkasına haksızlık yapıldığında kendimi veya haksızlık yapılan her kimse onu savunmaya karar verdim. Ve en iyisinin doğrudan doğruya bir üst makama gitmek olduğunu da öğrendim. Bir öğretmenin bana haksızlık yaptığını düşünüyorsam ki bu aslında şansıma nadiren başıma geldi, anneme bölüm başkanı ya da okul müdürüyle görüşmesini rica ediyor ve olayı kendi bakış açımdan anlatabilmek için ona eşlik ediyordum. Neden öğretmenin kendisiyle uzun uzadıya uğraşıp sinirleneyim, bunun pek bir faydası olmuyordu. Aslında şunu yinelemem gerekiyor, toplam olarak bakıldığında John F. Kennnedy High School’da öğretmen kadrosu çok çok iyiydi.
Adalet duygum küçük yaşlardan itibaren gelişmişti. Belki de babamdan bana miras kalmıştı. Her halükârda üniversitede haksızlığa uğradıklarını düşündüğüm sınıf arkadaşlarım için de devreye giriyor, gerekirse dekana kadar çıkıyordum. Bir defasında profesörlerimden biri bunu neden yaptığımı sordu, bu çocukların avukatı değildim. B”öyle bir şeye şahit olursam haksızlığın düzeltilmesi için elimden geleni yaparım, bunun için vekâlete ihtiyacım yok” oldu cevabım.
Annemle babam için üç oğullarının iyi bir eğitim almasından daha önemli bir konu yoktu. Sıkça bir yerden başka bir yere taşınmanın eğitimde başarıya pek olumlu bir etkisi olamayacağının bilincindeydiler. Babam Berlin’de kaldığı süreyi mümkün olduğunca uzattı ama 80’li yılların sonunda artık bir seçim yapmak zorundaydı. Ya Türkiye’ye geri dönecek ya da diplomatik hizmetten ayrılacaktı. Beni okuldan, abilerimi üniversiteden almamak için ikinci alternatife karar verdi.
Bir sosyal demokrat olan babam Almanya’daki Türk işçiler için çalışmaya devam etmek istiyordu. Önce Arbeiterwohlfahrt’ta çalıştı, sonra Türkiye hukuku uzmanı olarak Almanya’da çalışma ruhsatnamesi alan ilk avukat oldu, sosyal hukuk ve miras alanlarındaki sayısız davada Türk işçilerinin haklarını savundu.
Abitur’umu yaptıktan sonra ben de onun izinden yürümeye karar verdim ve Berlin’de hukuk ve iletişim bilimleri okumaya başladım. Üniversite eğitimim devam ederken Fransa’da ve Türkiye’de televizyon kanalları ve prodüksiyon firmaları için çalıştım. Uzun süre televizyon mu hukuk mu, hangi yolu tercih edeceğime karar veremedim.
Bir süre için İstanbul’a yerleştim, önce bir müzik televizyonu, daha sonra da bir iletişim ajansı için çalıştım. Enternasyonal bir otomobil fuarı fikrini geliştirdim ve hayata geçirdim. Ve bir kere daha fark ettim ki artık oldukça “Alman” olmuştum. Türkiye’de birçok kişi işle ilgili bambaşka ve bana hiç uymayan bir tavra, zihniyete sahipti. Bana insanlar Türkiye’de uzun soluklu iş ilişkilerinden daha çok kısa vadeli kazançların peşindeler gibi geliyordu. Bu, hiç hoşuma gitmedi. Ben işimi en iyi şekilde yerine getirmek ve müşterilerimle uzun müddet beraber çalışmak istiyordum. Türkiye’de yaşamaktan ne kadar mutluluk duyuyorsam çalışma hayatımın atmosferi de beni bir o kadar sinirlendiriyordu. Dolayısıyla Berlin’e geri döndüm ve hukuk eğitimime devam ettim.
Bir gün dönem arkadaşlarımdan biri Vietnam’da staj yapacağını anlattığında kulaklarımı iyice açtım. Asya çocukluğumdan beri hayallerimi süslerdi; Shogun, Tai Pan, Noble House Hong Kong ve keza James Clavell’in diğer bütün romanlarını okumuştum. Asya kültürüne hayrandım. Asya’da bir hukuk stajı için ben de elimden geleni yapmaya karar verdim ve sonunda Şanghay’da, Çin’in en büyük avukatlık bürolarından birinde, bu imkânı buldum.
Vatanımdan bu kadar uzak olmama rağmen ilk kez kendimi ait olmadığım bir yerde gibi hissetmiyordum. Almanya’da, artık Alman vatandaşı da olmama rağmen Türk, Türkiye’de Alman’dım. Çin’deyse sadece bir yabancıydım, birçok yabancıdan biri. Nereden geldiğim, kökenlerimin nerede olduğu kimsenin umurunda değildi. Harika bir histi bu.
Bir sene boyunca Şanghay’da kaldım. Fransız İmtiyaz Bölgesi denilen mahallede yaşadım, biraz Çince öğrendim, heyecan verici insanlarla tanıştım. Bu ilişkilerden bugün dahi faydalanıyorum. Çinli firmalar için Avrupa’da müteaddit defalar arabuluculuk davaları yönettim ve Hong Kong’da bir anonim şirketin denetim kurulu üyesiyim.
Ama bugün her şeyden önce hukukçuyum. Ku’damm’daki bir avukatlık bürosunun ortağıyım ve Berlin yerel siyasetinde aktif olarak çalışıyorum.
Karımın Çinli olmasının Çin’de geçirdiğim dönemle bir alakası yok, onunla tamamen tesadüfi olarak Berlin’de tanıştım. Biz ne Çinliyiz, ne Türk, ne de Alman; biz Berlinliyiz. Kökenlerimiz sorulduğunda birer multiple religious citizen of the global village olduğumuzu söylüyoruz.
Çocukken bir seferinde anneme Katolik mi Protestan mı olduğumuzu sormuştum. O da “Biz Müslümanız” diye cevap vermişti. Ona bu soruyu sorarken tıpkı bir süre önce “Hertha BSC taraftarı mıyız yoksa Bayer Leverkusen’i mi tutuyoruz?” diye sorduğumdaki kadar masumaneydi aklımdakiler. Annem o defa da “Biz Fenerbahçe taraftarıyız” diye cevaplamıştı sorumu.
Din benim için hoşgörü demektir. Tanrı’yla ilişkimiz tamamen şahsi bir konudur. İnsan dini, kendi dört duvarı arasında yaşar, sokaklarda değil. Ben Müslümanım, izmlerden, hangi yönde olurlarsa olsunlar hiç hazzetmem. Karım bir Budist. Biz evimizde Noel’i de kutlarız, Çin yeni yılını da ve ramazanda iftar da yaparız. Yeni bir şehre geldiğimizde şehrin büyük kiliselerini gezeriz, katedrallerin mimarisini severim. Oğlumuzu da bu şekilde yetiştireceğiz. İnancıyla ilgili tamamen özgür olacak; Müslüman, Budist, Hıristiyan, hepsini görecek ve tanıyacak ve belki günün birinde biri için karar verecek, belki de vermeyecek. Bizim için mühim olan bütün dünya dinlerinin ortak paydası olan hümanist çekirdek. Oğlumuza vermek istediğimiz de bu hümanizm.
Ağabeylerimden biri bir Almanla evli, diğeri bir Moldovyalıyla. Benim karım ise bir Çinli. Bir seferinde annem şöyle demişti: “Oğullarımı dünyaya açık vatandaşlar olarak yetiştirmek için çaba gösterdim, ama bu kadar başarılı olacağım aklımın köşesinden geçmezdi.”
Almanya-Türkiye Sosyal Güvenlik Sözleşmesi’nin mimarı olan babam birçok insanın hâlâ hafızasında. Sık sık yaşıyorum bunu. Önce tanıdık geliyor soyadım, bir süre düşünüyorlar, sonra babamın kim olduğunu soruyorlar.
Ben, Bekâm Bilâloğlu, dediğimde yüzleri aydınlanıyor ve onu anlatmaya başlıyorlar; onunla nerede karşılaştıklarını, babamın kendileri için ya da belki dostları bir aile için neler yaptığından bahsediyorlar. Onu, onları her zaman can kulağıyla dinleyen ve sorunlarına hep çözüm bulmaya çalışan bu ilk çalışma ataşesini hatırlamaktan keyif alıyorlar.
Sadece Türk hükümeti değil Alman hükümeti de babamı onurlandırdı. Türk misafir işçilerin hakları için gayretini Federal Almanya Cumhurbaşkanı Walter Scheel Federal Almanya Liyakat Nişanı ile ödüllendirdi.