Cahilce sorulara muhatap olduğum da sık sık vakiydi. Neden başörtüsü takmıyordum ya da, abilerim neden sokağa çıkmamı yasaklamıyordu? Sürekli olarak klişeler çıkıyordu karşıma. Ama yine de gizliden gizliye, insanların beni bir istisna olarak görmesinden hoşnuttum.
Halbuki bugün bundan utanç duyuyorum. O dönemde bütün göçmenleri temsilen savunmam için gereken cevaplarımın hazır olmamasına fena halde öfkeleniyorum. Bütün o insanlara, sürekli olarak kendini açıklamak zorunda kalmanın ne kadar yaralayıcı olduğunu kısa yoldan anlatabilmeyi ne kadar çok isterdim. Ama bunu yapabilmem için ihtiyaç duyduğum sözcüklere o zaman sahip değildim.
Bugün egzotize edilmeye dayanamıyorum. Ben, varlığını her gün yeniden meşrulaştırmak zorunda kalmaksızın kendini evinde hissetmek isteyen bir Berlinliyim.
Kendimi bildim bileli şarkı söylerim. Daha ufacık bir çocukken şarkıcı olmayı hayal ederdim. Saatlerce bir aynanın önünde prova yapar, hayali mikrofonum olan bir saç fırçasına şarkılar söylerdim; Whitney Houston’un, Lauryn Hill’in ve Sezen Aksu’nun şarkılarını… Beni daha o zamanlar büyüleyen güçlü kadın sesleri.
Büyükannem ve dedem 1971’de Almanya’ya gitmiş. Birkaç sene boyunca büyük yoksunluklar çekerek, ağır koşullarda çeşitli firmalarda çalıştıktan sonra Berlin-Kreuzberg’de, Friesenstraße’de küçük bir fırın açmışlar. Bu fırın bugün bile gözlerimin önünde. Büyükannemin baklava hazırlayışını, benim bu baklavaları tatmamı hatırlıyorum. Kendi işlerini kurabilmek için nasıl büyük bir gayret göstermek zorunda kaldıklarından o zamanlar tabii ki habersizdim.
Annem ve babam Neukölln’deki okullarda öğretmendi. Ben de burada büyüdüm. Üç yaşında bale yapmaya ve müzik alanında eğitim almaya başladım. Piyano çalmayı öğreniyor ve korolarda şarkı söylüyordum. Müzik ve tiyatro da tabii ki haftalık ders planındaydı ve her sahneye çıkışımın ardından şarkı söylemeye duyduğum tutku büyüyordu. Okul bize hepimizin aynı dünyanın insanları olduğumuzu öğretiyordu. Büyük bir doğallıkla Türk kökenli, Yunanca isimli bir Berlinli kadın olduğumu ve bu kökenin beni, içinde yaşadığım toplumu oluşturan mozaiğin taşlarından biri yaptığını öğrendim ve keza hangi kökenden olurlarsa olsunlar, bütün insanlara karşı açık ve ilgili olmayı da.
14 yaşında şan eğitimi almaya başladım ve ilk kayda değer konserlerime çıktım. 16 yaşımda değişim öğrencisi olarak bir seneliğine ABD’ye, Philadelphia’ya gittim ve okuduğum Highschool’un büyük orkestrasının solisti olarak caz müziğiyle tanıştım. Beni hemen avucunun içine aldı caz, büyüledi; beraber çalıştığım müzisyenlerin bu hareketli ve duyguları harekete geçiren müziği yorumlayışları beni hayran bıraktı.
Berlin’e geri döndüğümde üniversitede caz eğitimi almam gerektiğinden emindim ve Alman yüksekokullarının pek rağbet gören caz vokali eğitim imkânlarından birini elde edebilmek için hazırlanmaya başladım. Ne kadar sevindiriciydi sonuç: Beş yüksekokulun dördüne kabul edildim ve Universität der Künste’ye devam etmeye karar verdim. Bir sene sonra Heinrich Böll vakfından burs desteği de aldım.
Türk kökenli tek öğrenciydim, giriş sınavında spontane bir şekilde Türkçe bir şarkı söylememi istediler. Bir caz yüksekokuluna giriş sınavında insan mümkün olduğunca spontane ve girişken görünmek ister; gerçekten de birkaç mezür söyledim. Şimdi geriye dönüp baktığımda bunu yaptığım için de kızıyorum kendime, bugün sadece kafamı iki yana sallardım.
Kökenlerim, müzikte ufkumu genişletebilmem için bana aynı zamanda yardımcı da oldu. Daha önceleri stil itibariyle daha çok Amerikan cazında ve Brezilya Bossa novasında gezinirken şimdi geleneksel Türk müziğini caz öğeleriyle harmanlayarak bir füzyon yaratmaya başlamış, böylece yepyeni ifade imkânları bulmuştum.
İlk kompozisyonum için meşhur Türk şairi Nâzım Hikmet’in bir şiirini seslendirdim:
Dünyayı verelim çocuklara Hiç değilse bir günlüğüne, Allı pullu bir balon gibi verelim Oynasınlar, oynasınlar
Bu şiire çocukluğumdan beri hayrandım. Şimdi şiirin üzerine derin ve oyuncu melodiler, açık ve modal armoniler ve meditatif bir Drum-‘n’-Bass- Groove’u andıran bir ritim yerleştirdim. Daha birçok şey keşfedeceğim bir ses dünyasına girmiştim; başka Nâzım Hikmet şiirlerini de seslendirmeye başladım. Onun doğaya bağlılığıyla, özgürlük arayışıyla, şiirlerindeki hasretle kendimi özdeşleştirdim.
Besteleme süreci dönem dönem bana Nâzım Hikmet’le bir işbirliği içerisindeymiş hissini verdi. Beste yaparken saatlerce enstrümanınızla baş başa kalırsınız, ama ben Nâzım’ın sözlerini duyuyor ve düşüncelerini içimde hissediyordum, sanki aynı piyanonun başına oturmuş, müziği beraber şekillendiriyorduk.
Parçaların büyük bir bölümü, Erasmus programıyla Barcelona’da kaldığım günlerde ortaya çıktı. Barcelona’da deniz ve dağlar tarafından kuşatılmıştım ve Nâzım Hikmet’in doğa tasvirlerine harika bir şekilde nüfuz edebiliyordum.
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine, bu hasret bizim...
İlk albümüm “Yaşamak – to live with the words of Nâzım Hikmet”i oluşturan kompozisyonların birçoğu bu şekilde ortaya çıktı. Albüm, 2011’de Almanya’da, Alman caz sanatçılarının ilk plaklarından oluşan Jazz thing Next Generation isimli dizide; aynı anda Türkiye’de, Türk müzisyenlerin efsanevi kayıtlarını basan Kalan Müzik’te yayımlandı. Albümün Türkiye’de de yayımlanması benim için son derece önemliydi.
Bu plağın piyasaya çıkmasıyla bir anda meşhur oldum. Orkestramla beraber bütün Almanya’da konser turnesine çıktım ve Goethe-Institut’un davetiyle Türkiye’de de konserler verdim. Bir sene boyunca İstanbul ile Berlin arasında gidip geldim. Yavaş yavaş, caz müziğinin derinliklerine dalmak için bir açlık hissettiğimi fark ediyordum, caz müziğinin tarihinin büyük kısmının yazıldığı şehre, New York’a gidecektim.
2012’de, Manhattan School of Music’te mastır yapmak için Harlem’e taşındım. Burada, idollerim Theo Bleckmann ve Gretchen Parlato ile tanıştım, benim için çok önemli mentörler oldular. Big Apple’da yeni bir ev kurmak son derece heyecan vericiydi ve kesinlikle çok doğru bir karardı. Müzik dünyası inanılmaz bir çeşitliliğe sahipti ve son derece ilham vericiydi, şehir her gün yeni bir şeyler keşfetmenizi mümkün kılacak kadar büyük, insanlar çok samimi ve içtendi.
Bu ortam bana sanatsal bir esin kaynağı da oldu ve ikinci albümüm Unravel’in ortaya çıkmasını sağladı. Unravel 2016’da İspanyol plak firması Fresh Sound New Talent tarafından basıldı. Bu defa William Shakespeare ve Emily Dickinson’ın şiirlerini seslendirdim, kendi yazdığım şarkı sözlerini de kullandım. Albüm, Manhattan’da, efsanevi caz plaklarının yaratıldığı Sear-Sound Studios’da kaydedildi. Kısa bir süre içerisinde şöhretli ve önemli caz müzisyenleriyle tanıştım ve Carnegie Hall gibi büyük konser salonlarında ve birçok caz kulübünde sahne aldım.
Almanya’da ne kadar kalıplarla düşündüğümü, insanları hazır çekmecelere yerleştirmeye bayıldığımı fark etmek benim için gerçek bir New York Lesson – New York dersi oldu. İlk zamanlarda karşımdaki insanın nereli olduğunu öğrenmek istiyordum hemen. New York’ta bu soruyu tanıştıktan hemen sonra sormanın hiç alışılmış bir şey olmadığını fark edene kadar bu böyle devam etti. Bir New Yorklu bu soruyu belki de hiçbir zaman sormuyordu, çünkü keyifli bir sohbeti dolduracak, karşısındakiyle hoş bir ilişki kurmasını sağlayacak yeterince başka konu vardı hep. İlk haftalarda bu soru beni ciddi şekilde meşgul etti ama sonunda onu small-talk repertuarımdan çıkartıp atmayı başardım.
Üç sene sonra Türkiye’ye gittim, altı ay boyunca Tarabya Kültür Akademisi’nin rezidansında misafir edildim. Tarabya, İstanbul’un seçkin banliyölerinden biri, sanatçı rezidansı Avrupa yakasında, Boğaz’ın kıyısında, dev bir alanda, güzel bir bahçenin içinde, hatta küçük bir ormanı bile var. İstanbul’u tanıyordum ama bir kere daha yeniden tanıdım. Şehir Gezi protestolarından sonra değişmişti, boğucu bir atmosfer hâkimdi. Şehrin deviniminden oldukça uzak olmaktan memnundum, gece gündüz piyanomun başında oturup şarkı söylüyor, beste yapıyordum.
Piyanistim Guy Mintus’la provalar yaptım. New York’tan tanıyorduk birbirimizi, şimdi yeniden İsrail’e döndü. Beraberce “Âşık Duo” ismini verdiğimiz ikiliyi kurduk ve âşıkların söylediği türküleri yorumladık. Anadolu’nun bu gezgin ozanları, türkülerini bağlama çalarak söylüyorlardı ama biz türküleri kendi enstrümanlarımıza taşıdık: Vokal ve piyano. Bu çalışma dönemini bitirirken Pera Müzesi’nde sahne aldık. Bu arada İsrail’de de bir turne gerçekleştirdik, New York ve Berlin’de konserler verdik.
Şu günlerde yine Berlin’de yaşıyorum ve orkestram için yeni eserler yazıyorum. Beraberce sahneye çıkıyoruz, festivallerde ve televizyonda konserler veriyoruz. Dört senedir Universität der Künste’de ve Schöneberg’deki bir caz okulunda ders veriyorum. Deneyimlerimi öğrencilerle paylaşmaktan, bunu dünyanın her köşesinde yapmaktan, müthiş keyif alıyorum. Berlin’de genç sanatçılar için kılavuzluk programlarında danışman olarak büyük bir tutku ve sevgiyle çalışıyorum.
Müzik alanında serbest çalışmak, özellikle insanın sinirleri için inanılmaz yıpratıcı olabilse de, müziğin hayatımın değişmez öğelerinden biri olması benim için büyük bir mutluluk kaynağı. Hayatımı renklendiren bütün seyahatler, konserler ve insanlar için müteşekkirim.