Harikulade bir çocukluk geçirdim. 1969 kışında, dört yaşımdayken annemle birlikte babamın yanına, Köln’e geldim. Sert bir kıştı. Uçaktan indiğimizde buz gibi bir soğuk karşılamıştı bizi. Suriye sınırına pek uzak olmayan, yazların sıcak, kışların ılıman geçtiği İskenderun bölgesinden geliyorduk biz. Bir yerin bu denli soğuk olabileceği hiç aklımdan geçmemişti. Elimde olsa, hemen tekrar uçağa binip geri dönmeyi tercih ederdim. Fakat gelmiştik artık, çocuklar yeni koşullara çabuk alışır.
Köln’ün kuzeyindeki Ford fabrikasına yakın Niehl´deki bir işçi mahallesinde oturuyorduk. Babam orada montaj hattında çalışan vardiyalı işçiydi. Okuldan sonra hep dışarıdaydım ve arkadaşlarla futbol oynardım, önce kilisenin yanındaki sahada, daha sonraları da yürüyerek 10 dakika bile sürmeyen Ren çayırlarında. Çok eğlenceliydi bu. Spontane olarak takımlar kuruyorduk hemen. İlk başta üçer kişi olsak da, her dakika yeni birileri ekleniyordu aramıza, böylece bazı günlerde takımlar 15’er kişiyi buluyordu; pek çok ülkeden oğlan çocuklar, bazen de kızlar, büyük küçük, farklı ülkelerden, rengârenk bir grup.
Futbol oynadıktan sonra eve gider, çabucak akşam yemeğimizi yerdik, cumartesileri spor programlarını, Uzay Yolu’nu, cesaret ve akılla dünyaları kurtaran Kirk ve Spock’ı izler, sonra yine futbol oynamak için dışarıya çıkardık. Çocukların bütün gün dışarıda kalabildiği bir dönemdi bu. Sürekli hareket halindeydik, çevreyi keşfediyor, bisikletlerimizle yolları arşınlıyorduk. Devamlı hareket içindeydik. Çocukluğumla ilgili en güçlü anım budur: arkadaşlarımla, özellikle de en iyi arkadaşım Alfred’le birlikte zamanı unutturan, tasasız bir hareketlilik. Alfred, Ford’un Köln Niehl genç takımında futbol oynuyordu ve benim de onunla birlikte antrenmanlara gitmek isteyip istemediğimi sormuştu; böylece ben de kısa bir süre sonra takımda oynamaya başladım. Çok geçmeden oyun kuruculardan biri oldum, yerim orta sahadaydı, arkadan gelen topları alıp ileriye dağıtıyordum. Bizim maç yaptığımız cumartesi günlerinde 1. FC Köln’ün de bize paralel oynadığı zamanlar oluyordu. Sık sık taç çizgisine koşup antrenörlere FC’nin durumunu sorardık. Köln’ün yükseliş dönemiydi, Toni Schumacher, Pierre Littbarski, Flohe, Konopka, Strack, Okudera, van Gool, Cullmann, Zimmermann, Dieter Müller benim kahramanlarımdı. O zamanlar.
Ancak ikinci bir hayatım daha vardı.
Bu da kitapların dünyasıydı. Katolik bir kütüphanemiz vardı. Hafta sonları orada oturup saatlerce rafları karıştırırdım. Başlangıçta dünyanın her yerinden masallar okuyordum, Alman, Ortadoğu, Hint, Asya, Çin masalları, sınavlardan geçmek ve yaratıcılık gerektiren zorlukların üstesinden gelmek zorunda kalan kadın ve erkek kahramanlarla dolu, nefis resimlerle donatılmış, hayal gücü zengin öyküler. Ve bir süre sonra bilim ve teknolojiyle haşır neşir olmaya başladım. Elime geçen her şeyi yutuyordum: buluşlar hakkındaki ansiklopediler, biyoloji ve teknoloji, roketler, volkanlar, uçaklar hakkındaki kitaplar. Artık beni tanıyan kütüphaneciler bana ya kitap tavsiyelerinde bulunuyor ya da onları benim için getirtiyorlardı. Harikulade bir ilişkiydi bu.
İlkokuldan sonra Gymnasium’a başladım. Alışmak başlangıçta biraz zaman aldı. Öğretmenler her derste değişiyordu, sınıf arkadaşlarım ve dersler yeniydi, üstelik zorlanıyordum ve hazırlıksızdım. Alışmak biraz zaman aldı, dolayısıyla öncelikle ilgi duyduğum şeylere yoğunlaştım: spor ve matematik.
Okul günlerimde ayrımcılık yaşadım mı? Belki ilk yıllarda, ancak muhtemelen herkesten daha fazla değil. Her insan hayatının bir döneminde ayrımcılığa maruz kalır, kökeni, ten rengi, dış görünüşü, düşüncesi veya doğuştan zengin olması yüzünden, artık her neyse. Bu konuyla fazla ilgilenmedim, ne yaptıysam, her zaman o sırada yaptığım şeylere yoğunlaştım. Futbolda da öyle: insan itilip kakılsa da, incitilse de, gol atmaya çalışıyor yine de.
Beni kim etkiledi? Gymnasium’da özellikle Frau Seulen’den, matematik öğretmenimizden çok şey öğrendim. Onun dersi sadece çok çok iyi olduğu için değil, aynı zamanda bize normal koşullarda matematik müsabakalarında yer alabilecek düzeyde ödevler verdiği kurslar ve proje haftaları düzenlediği için de. Bu süreçte ilginç bir şey dikkatimi çekmişti: Bir ödev ne denli karmaşıksa, onu çözmekten o denli memnuniyet duyuyordum. Beni matematik etkiledi ve şekillendirdi. Bugüne kadar yaptığım her şeyde matematiksel olana, bir olgunun mantıksal özüne nüfuz etmeye ve onu sorgulamaya çalıştım.
Geniş anlamda bilime ve bilimi sözde bilimden ayıran özelliklere daha fazla ilgi göstermeye başlamıştım. Başlangıçta ZDF’deki “Querschnitt” gibi yayınlar yardımcı oldu bana. “Querschnitt”te Hoimar von Ditfurth karmaşık şeyleri anlaşılabilir bir biçimde açıklıyor ve sözde bilim insanı Erich von Däniken’in tezlerini çürütüyordu. Daha sonraları kitabevlerinde çok zaman geçirmeye başladım, ilkem şuydu: bir kitabı kitabevinde okumak ve bir diğerini de satın almak.
Neden hekim olmak istedim? O yıllarda bir akrabamızın yakalandığı kanserle karşılaştım. Çok hastaydı. Herkes, “Zavallı adam. Durum kötü görünüyor, yapacak bir şey yok” diyordu. Nitekim, kısa bir süre sonra bu adam öldü. Ben bunu anlamamış ve kendime, “Niye hiçbir şey yapmıyorlar, gayet sağlıklı görünüyor, niye kurtarılamadı?” diye sormuştum.
Bunun üzerine kütüphaneden birkaç kalın kitap ödünç alıp bunları okudum ve konuya girmek için bir kez daha matematiksel sorgulamadan yararlandım. Başka bir şey daha vardı: On bir veya on iki yaşımdayken hayatımda ilk defa bağışıklık sistemi hakkında bir kitap okumuştum, beni anında büyüleyen bir konu. Bağışıklık hücrelerinin başka hücreleri elimine etmek üzere birbirileriyle iletişim kurdukları bu karmaşık sistemin güzelliğini anladım. Böylece bir fikir geldi aklıma: Kanser ve bağışıklık sistemi bir araya getirilemez miydi? Bağışıklık sisteminin kanserle mücadele etmesi düşünülebilir miydi?
İşimde beni bugün de hâlâ yönlendiren bu fikir esasında erken bir zamanda doğdu. Yani bu bir evreka anı birdenbire ortaya çıkan bir fikir değildi, tam tersine yıllar içinde gelişti. Bilime olan düşkünlüğüm, merakım, hastalıklar karşısında bir şey yapma arzum –bütün bunlar içimde tıp okuma, daha doğrusu kanser araştırmalarıyla immünolojiyi ilişkilendirme arzusunun doğmasına neden oldu.
1984’te Köln’de tıp okumaya başladım, ailemin yanında oturmaya devam ediyordum. Annemin muskası, deri bir banda takıp o gün bugündür boynumda taşıdığım nazar boncuğu da yine bu dönemden kalmadır. Kem bakışları benden uzak tuttuğunu söylerdi annem.
Üniversitenin beşinci sömestrinde doktora danışmanı arayışına girdim. Doktora çalışması için somut bir fikrim vardı: Bana uyabilecek profesörlerin bir listesini yapıp onlara gittim ve konseptimi sundum. Konuyu benim önermeme şaşırmışlardı. Bense onların şaşırmış olmasına şaşırmıştım, çünkü olağan yöntemin bu olduğunu, insanın ne yapmak istediğini, konuyu etraflıca düşündüğünü, sonra da kendisine bir profesör aradığını sanıyordum. Üç ay boyunca giderek artan bir hüsranla arandım ve en sonunda daha sonra danışmanlığımı yapacak olan Michael Pfreundschuh’a rasgeldim. Kendisi hemen, “Oo, kulağa ilginç geliyor. Bunu yapmak istiyorsan yapabilirsin, ama bunun karşılığında benim için de bir şey yapmak zorundasın” dedi. Bir anlaşma yaptık ve ben üniversite kliniğinde doktora adayı oldum.
1991’de eşimle tanıştım. Doktora danışmanımla birlikte Köln’den Homburg’a, Saarland üniversite kliniğine taşınmıştım. Doktora danışmanım o esnada orada onkoloji bölümünü kuruyordu ve ben de asistan doktordum. Meslektaşlar ve hemşireler işlerine tam anlamıyla aşina değillerdi henüz. Köln’de kazandığım alışkanlıklarla ve bir futbol oyuncusu olarak lafı hiç evirip çevirmeden, kimi zaman da sert talimatlar veriyor ve gördüğüm düzensizlikler konusunda sürekli uyarıda bulunuyordum. Bu durum iyi karşılanmıyordu ve ben de bunun karşılığında doğal olarak en sevilen asistan doktor değildim.
Bir pazartesi sabahı bölüme geldiğimde, bana bir tıp öğrencisinin tahsis edildiğini öğrendim, Özlem Türeci’ydi o. Harikulade bir armağan. Birlikte pek çok ortak yanımız olduğunu keşfettik. Hastalara yardım etmek istiyor ve bu noktada bilimin çözümler sunabileceğine inanıyorduk.
Dolayısıyla birlikte aynı laboratuvarda çalışmaya başladık. Vizyonumuz bilimi hasta yatağına taşımaktı. Başlangıçta o noktaya nasıl varacağımız konusunda tamamen bir belirsizlik içindeydik. Ancak insanın parlak bir deniz feneri varsa, uzak da olsa, hedefini biliyor demektir.
2001’de, Mainz’da Prof. Christoph Huber’in bölümündeyken ilk firmamız Ganymed’i kurduk. Monoklonal antikorların kanserle mücadelede kullanılabileceği o zaman biliniyordu. Ancak ilaç dünyası, tümör hücrelerinin büyümesini önlemek için bu antikorların belli hedef yapılara yönelmek zorunda olduğundan emindi. Bizim düşüncemizse bambaşkaydı: gerçek bir immünoterapiye inanıyorduk biz. Antikorları yeni hedef yapılara karşı geliştirmek istiyor, ancak bunun ne kadar pahalı olduğunu ve üniversite tarafından finanse edilemeyeceğini de biliyorduk.
Satışı kabul ettik, çünkü zaten fikirlerimiz ve vizyonumuz için cankurtaran botlarımız vardı. Bunlardan birini 2008’de ortaklarla birlikte suya bıraktık: BioNTech. Daha da önemlisi, çok büyük bir ekip kurmuştuk. Yıllar içinde bu yolda bize eşlik eden pek çok çalışma arkadaşı, partner ve dost kazandık.
Corona’nın patlak vermesi nasıl oldu? Bir cuma akşamı, 24 Ocak 2020’de The Lancet dergisinde yeni bir Coronavirüs’ün patlak verdiğinden söz eden bir makale okuyorum. Çin’de ortaya çıkan bu olayın muhtemelen küresel bir pandemiye yol açacağını hızla anlıyoruz.
Pazartesi günü meslektaşlarımızla koordineli bir biçimde hemen bir aşı geliştirme projesine başlıyoruz. Bir aşının geliştirilmesi normal koşullarda en az 4-5 yıl sürer. Aşı geliştirmede kestirme yollara başvurmadan ve gerekli adımları atlamadan bu süreyi olabildiğince kısaltmak için bir proje oluşturuyoruz. Projenin adı lightspeed (ışık hızı
Zaman kazanmak ve verimsiz zamanı en aza indirmek için üç vardiyalı bir sistem devreye sokuyoruz. Tıpkı bir zamanlar Ford fabrikasındaki babam gibi. Şu anda haftanın yedi günü, günde 24 saat araştırma yapıyoruz.
İlk denemeler ocak ayında başlıyor. 20 aşı adayı üretip test etmeyi planlıyoruz. Bunun için kullandığımız teknoloji mRNA'ya dayanmaktadır. Arkasındaki fikir, virüsün bir bileşeninin yapı planını insanın bağışıklık hücrelerine gizlice sokmak. Vücut, aşıyı kendiliğinden üretmesi ve virüse karşı antikor ve T-hücreleri geliştirmesi için uyarılıyor. Çok zarif ve maharetli bir şey bu.
mRNA araştırmacıları ve immünologlar olarak yaklaşık otuz yıllık deneyimimizden yararlanıyoruz. Gemiye partnerler alıyoruz: Çin'den Fosun Pharmaceuticals ve ABD'den Pfizer. BioNTech 2020'nin geldiğimiz şu noktasında piyasaya şimdiye kadar hiç ilaç sunmadı, dolayısıyla bunu tek başımıza yapamayacağımız ve finansal riski daha fazla partner arasında dağıtmak zorunda olduğumuz gayet açık.
Mart 2020'nin ortalarında Pfizer ve BioNTech'ten 60 bölüm başkanı ve bilim insanı, proje ve işbirliğini tartışmak üzere bir video konferansta bir araya geliyor. İki gün sonra planımızı kamuoyuna açıklıyoruz. Pandemi sebebiyle Atlantik uçuşları yok denecek kadar az artık; Pfizer yöneticileri, numun
23 Nisan’da ilk Alman gönüllü üzerinde bir doz aşı deniyoruz ve en umut verici aşı adaylardan dördünü test ediyoruz. Temmuz ortasında, BNT162b2 en güçlü aşı adayı olarak ortaya çıkıyor. Özellikle riskli hastalar ve yaşlılar tarafından iyi tolere ediliyor. Sonrasında kombine faz II/III çalışması başlıyor ve son olarak aşı, ABD'de ve daha sonra Güney Afrika, Arjantin, Brezilya, Türkiye ve Almanya’da randomize klinik çalışmalarında 18 ile 85 yaşları arasındaki 44. binden fazla gönüllü üzerinde test ediliyor.
6 Ekim'den itibaren, Avrupa ilaç ve aşı onay kurumu EMA'nın nezdinde “hızlandırma işlemi” başlıyor; her şey bir araya gelir gelmez yeşil ışık yakabilmeleri için yetkililere sürekli olarak veri sağlıyoruz.
9 Kasım Pazartesi günü, Pfizer'la birlikte kamuoyuna açıklama yapıyoruz. Veriler tüm beklentilerimizi aşıyor. Seçilen aşının yüzde 95'lik bir etkisi olduğu saptanıyor.
2020 Noeli’nde ilk aşılamalar başladı, Almanya’da ve başka birçok ülkede. Öyle büyük bir rahatlama ki bu.
23 Ağustos 2021 Pazartesi günü aşımız için ilk tam onayı ABD’de aldık.
Bunu mümkün kılan neydi? Sebat, cesaret ve akıl. Bu atılımın 30 yılı aşkın araştırma çalışmasına dayandığını biliyoruz. 60'tan fazla ülkeden bu sürece katkıda bulunan insanlarla çalışıyoruz.
Göçmenlerin rolü? Göç geçmişi bizim için tamamen normal bir durum, hiç önemi yok. Aslında çok basit: Önemli olan her bir bireyin katkısı. Birlikte büyük bir takım oluşturmaları, tıpkı çocukluğumda Ren çayırlarında futbol oynayabilen herkesin bize katılması gibi.
Gelecek için hedefimiz: Büyük bir ilaç şirketi kurmak istiyoruz. Daha iyi ilaçları insanlara daha hızlı ulaştırmak istiyoruz. Başından beri vizyonumuz buydu ve hâlâ da öyle.