Deutsch

Almanya Nasıl Vatan Oldu?

Türkiye-Almanya İşgücü Anlaşması’nın 60. Yılı

Şimdi sipariş ver
Yazarlar:
Uğur Şahin
Özlem Türeci
Aygül Özkan
Belit Onay
Dilek Gürsoy
Ali Güngörmüş
Damla Hekimoğlu
Mehmet Gürcan Daimagüler
Meryam Schouler-Ocak
Tamer Ergün Yıkıcı
Nihat Öztürk
Ali Lacin
Ismail Ertug
Özden Terli
Duygu Bolat
Serap Güler
Yasemin Karakaşoğlu
Serap Ocak
Ekin Deligöz
Kader Gümüş
Mehmet Dilek
Mustafa Akça
Ali Aslan
Sina Afra
Defne Şahin
C. Bülent Bilâloğlu
Bilkay Öney
FRANK-WALTER STEINMEIER

“Onların her biri toplumumuzu zenginleştirdi. Onların her biri Almanya’nın bir parçası! Onların her biri bize ait!”

Almanya Federal Cumhuriyeti ve Türkiye’nin, Türkiye’den işgücü gönderilmesini düzenleyen kısa ve özlü bir dokümanı imzalamasından bu yana atmış yıl geçti. 30 Ekim 1961 tarihli bu işgücü anlaşmasının ülkemizi değiştireceğinden o zamanlar hemen herkes habersizdi. Misafir işçi olarak adlandırılan kadın ve erkeklerin çoğu Almanya’da kaldı. Onlar meslektaşlarımız, komşularımız, dostlarımız oldular ve pek çoğu Alman vatandaşlığında karar kıldı.

Onların her biri Almanya Federal Cumhuriyeti tarihinin bir parçası oldu. Onların her biri ülkemizin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki ekonomik kalkınmasına ve refahına katkıda bulundu. Onların her biri toplumumuzu zenginleştirdi –ve bugün de hâlâ zenginleştirmeye devam ediyor. Onların her biri Almanya’nın bir parçası! Onların her biri bize ait!

Yine de önceden olduğu gibi bugün de sorunlar var; gizli bir ayrımcılıktan açık bir ırkçılığa kadar uzanan sorunlar. Nefret ve kışkırtma karşısında yürüttüğümüz ortak mücadeleden taviz veremeyiz. Çoğulculuk ve çeşitlilik, açık, özgürlükçü ve demokratik bir toplumun ana unsurlarıdır ve öyle kalmaya devam edecektir.

Bu kitabın 1961’den bu yana Türkiye’den bize gelen tüm insanları, onların çocuklarını ve torunlarını ve sergiledikleri yaşam başarılarını takdir etmesi benim için daha da memnuniyet verici. Burada sunulan biyografiler ve hikâyeler tamamen kişisel bakış ve kavrayışlarıyla bize bu insanların hangi sorun ve zorlanmalarla karşı karşıya kalmış olduğunu ve hâlâ da sıkça kalmaya devam ettiklerini gösteriyor. Ama aynı zamanda fırsatların ve başarıların varlığını da gösteriyor.

Ancak bu portreler her şeyden önce pek çok Türkiye kökenli insanın ülkemizde nasıl önemli bir rol oynadığını sergiliyor –ister siyasette, ekonomide ve kültürde, ister üniversitelerde, bilimde ve araştırmada, ister medyada, sporda veya gönüllü işlerde olsun. İlk “misafir işçiler” kuşağının çocukları, torunları ve torun çocukları kararlı ve isteklidir: Sözgelimi, “Bu toplumun şekillendirilmesinde aktif olmak, onu değiştirmek ve hatalarımızdan ders çıkarmamıza katkıda bulunmak istiyorum” deniyor Federal Meclis Üyesi Ekin Deligöz’ün yazısında.

Bu kitaptaki öyküler, herkesin ulaşabileceği ve toplumumuzun bundan yararlanabileceği konusunda harikulade bir örnek oluşturuyor. Bu nedenle Mercator Vakfı’na bu kitap girişimi için teşekkür ederim.
Tüm okurlara keyifli ve sürükleyici bir okuma süreci dilerim!

ÖZCAN MUTLU

“Yürek parçalayıcı öyküler bunlar: Reddedilme ve dışlanmanın, cesaret ve umudun, mücadele ve olağanüstü başarıların öyküleri bunlar.”

Her şey nasıl başladı. Pek çok şey neden böylesine çetindi. Türkiye-Almanya İşgücü Anlaşması’nın imzalanmasından 60 yıl sonra yine de niye Happy End ile bitti: Misafir işçilerin çocukları ve torunları sayısız kez bu ülkede başarıya ulaştı; büyük bir gururla onların başarılarına bakıyoruz.
 
Yazar Max Frisch kadın ve erkeklerden oluşan misafir işçilerin durumunu ve onların genç Almanya Federal Cumhuriyeti’ndeki yazgılarını sıkça alıntılanan bu isabetli sözlerle özetliyordu. İlk misafir işçiler öncüydü. Savaş sonrası yıllarda Almanya’yı biçimlendirenler onlardır. Ellerinde tahta bir bavulla ve tek kelime Almanca bilmeden önce Münih merkez istasyonuna geldiler, pek çoğunun Almanya’da yaşlanacağını ve bir gün torunlarının ve onların çocuklarının ilk başta onlara böylesine yabancı gelen bir ülkede büyüyeceğini o esnada bilmiyorlardı.

Her şey Bonn’da atılan bir imzayla başladı. Almanya Federal Cumhuriyeti ve Türkiye Cumhuriyeti 30 Ekim 1961’de bir işgücü anlaşmasına imza attılar. Herhangi bir iş sözleşmesinden çok daha kısa olan bu iki sayfalık dokümanda Almanya Dışişleri Bakanlığı, Türk Büyükelçiliği ile birlikte Türkiye’den Almanya’ya işgücü gönderilmesi sürecini düzenliyordu. Almanya’yı değiştirecek olan tarihi bir gün. Lakin 60 yıl önce o pazartesi gününde yolculuğun nereye varacağını, Türkiye’de de Almanya’da da kimsenin bilmesi mümkün değildi.

50’li yılların başında Alman ekonomisi gümbür gümbür bir patlama yaşıyordu. Yeniden inşa süreci ve yükselişe geçen sanayi üretimi savaş sonrası Almanya’da işgücü ihtiyacını arttırmıştı: gerek madencilik ve tarımda, gerek yol ve köprü yapımında, gerekse de sanayi üretiminde. Almanya ve İtalya 1955 yılının sonunda ilk “misafir işçi anlaşmasını” imzaladı. Böylece ekonomik patlama döneminde artan işgücü ihtiyacını karşılamak üzere Almanya’ya önce İtalyan işçiler geldi.

Anlaşma daha sonraki yıllarda sayısı yüz binleri bulan kalıcı işçi göçünün başlangıcına işaret ediyordu. Almanya beş yıl sonra İspanya ve Yunanistan’la çifte bir anlaşma imzaladı. Berlin Duvarı’nın inşası nedeniyle Doğu Almanya’dan gelen işgücü durduğu için 30 Ekim 1961’de Türkiye’yle işgücü anlaşması yapıldı. Buna daha sonra Fas, Portekiz, Tunus ve Yugoslavya eklendi. Bu işgücü anlaşmalarıyla, gelen misafir işçiler sayesinde Alman ekonomik mucizesi harekete geçirilmiş oldu. Türkiye-Almanya İşgücü Anlaşması’nın sonucunda 1961-1973 arasında Türkiye’den iki buçuk milyon kişi Almanya’da çalışmak üzere iş başvurusunda bulundu, bunların dörtte biri kabul edildi ve kabul edilenler Almanya’ya gitmek üzere İstanbul Sirkeci garından yola çıktılar. Başlangıçta iki yıllık oturma izniyle birlikte rotasyon prensibi geçerliydi, aileler ise Türkiye’de kalıyordu. Fakat bu kural ekonomi ve işveren açısından elverişsiz görüldü ve neticede 1964’te yürürlükten kaldırıldı. İşgücü anlaşması sayesinde Almanya’daki yabancı çalışan sayısı 1960’ta yaklaşık 280 bin iken 1973’te 2,6 milyon oldu. Aynı dönemde Türkiye’den gelen misafir işçilerin sayısı ise 850 bine kadar çıktı.

Eylül 1964’te Almanya’ya gelen bir milyonuncu misafir işçi Köln-Deutz tren istasyonunda düzinelerce gazeteci tarafından kutlamalarla karşılandı. Portekizli Armando Rodrigues de Sá Alman İşveren Dernekleri Konfederasyonu’nun (Bundesvereinigung der Deutschen Arbeitgeberverbände/BDA) hesaplamalarına göre 1.000.000 numaralı misafir işçiydi. Ona ödül olarak bir buket karanfil, bir onur belgesi ve bir mopet verildi. Bu iki kişilik araç bugün Bonn’daki Alman Müzesi’nde (Deutsches Museum Bonn) sergileniyor.

Gazeteci Heribert Prantl, Süddeutsche Zeitung’da yayımladığı bir makalede Almanya’nın yakın tarihini anlatırken, “Bu misafir işçi anlaşmaları Avrupa’daki milyonlarca ailenin öyküsünü değiştirdi; gelenler hem öykülerin hem de tarihin yazılmasını sağladılar –yaşamöyküsü, devletlerin tarihi. Almanya’nın tarihini ve çehresini (ve tabii mutfağını!) değiştirdiler; hiç şüphesiz göç veren ülkelerin tarihini ve çehresini de. Almanya, bu sözcüğü beğenseniz de beğenmeseniz de çok kültürlü, çok dinli bir hale geldi –ve tabii kafası çok karışık hale de” sözleriyle son derece isabetli bir biçimde betimledi.

Almanya’nın göç politikası 1955’teki ilk yabancı işgücü anlaşmasından bu yana, önce geri dönüş programlarının, sonra iltica göçü düzenlemesinin veya entegrasyonun teşvik edilmesine yönelik yaklaşımların merkezi bir rol oynadığı çeşitli evrelerden geçti. Böylelikle göç veren ülkeden göç alan ülke doğrultusunda gerçekleşen değişim yavaş yavaş kendini göstermeye başladı –her ne kadar bu durum yakın zamana kadar kimileri tarafından politik olarak kabul edilmemiş ve bugün de hâlâ kabul edilmiyor olsa da…

70’li yılların başında ekonomi politikaları değişmeye başladı. Küresel petrol krizi ve kötüleşen ekonomi sonucunda Alman hükümeti 1973 sonbaharında işgücü alımını durdurdu. O zamanki misafir işçilerin çoğu Almanya’yı yavaş yavaş terk etmeye başladı. Özellikle de İtalya, İspanya, Portekiz ve Yunanistan’dan gelen misafir işçiler ülkelerinin Avrupa Birliği’ne girmesiyle birlikte kendi yurtlarına geri döndüler. Buna karşılık Türkiye’den gelen misafir işçilerin büyük bir bölümü Almanya’da kalmaya devam etti. Onlar 1973’te kaderlerini belirleyecek bir soruyla karşı karşıya kalmışlardı: Almanya’yı temelli terk etmek veya kalıp ailelerini de yanlarına almak. Böylece işgücü alımının yürürlükten kaldırılmasından birkaç hafta önce binlerce genç kadın çocuklarıyla birlikte Türkiye’den Almanya’ya, eşlerinin yanına geldi. Annem Yeter Mutlu da kardeşlerim Yüksel, Kezban ve benimle birlikte, soğuk bir kasım sabahında kasvetli Berlin’de onların arasındaydı. Annem güçlü ve mücadelecidir, ona her şeyi borçluyum ben. O kasım günü Annem Akdağ-Kelkit köyünde doğan beş yaşındaki küçük oğlunun günün birinde Almanya’da Milletvekili olacağını aklının ucundan bile geçirmemiştir herhalde.

Türkiye’den gelen misafir işçilerin çoğu Almanya’da kaldı çünkü eski vatanlarındaki ekonomik ve sosyal koşullar elverişsiz olmaktan da öteydi. Buna 1980 askeri darbesiyle siyasi nedenler de eklendi: Darbe 80’li yıllarda Türkiye’den birçok insanın iltica başvurusunda bulunarak Almanya’da kendine bir sığınak aramasına yol açtı. Almanya onların da çoğu için yeni bir vatan olacaktı, oysa o dönemin misafir işçileri bunun bilincine ancak 90’lı yılların sonuna doğru vardılar. Göç alan bir ülke olma realitesini kavramak ve kabullenmek içinse Alman toplumu ile siyasetinin çok daha fazla zamana ihtiyacı vardı.

Kalma kararı pek çok misafir işçi için onlarca yıl devam eden bir süreç oldu. İkinci kuşağın çocukları “bavul çocukları“ydı. Sembolik olarak sürekli bavulların üstünde oturuyorlardı. Ebeveynlerimiz her yıl şöyle diyordu bize: “Gelecek yıl temelli olarak yurda döneceğiz.” Ne var ki bu “gelecek yıl” hiç gelmiyordu. 1983 tarihli siyah-sarı koalisyonunun, yani siyahla temsil edilen CDU/CSU (Hıristiyan Birlik) ve sarıyla temsil edilen FDP (Hür Demokrat Parti) koalisyonunun “Geri Dönüşü Teşvik Yasası (Rückkehrförderungsgesetz)” ve bununla bağlantılı olarak o zamanki şansölye Helmut Kohl’un temel isteği doğrultusundaki geri dönüş ikramiyesi de Türk misafir işçilerinin kitleler halinde geri dönmeleri için yeterli olmadı.

60’lı ve 70’li yılların sonlarındaki televizyon kayıtları ve röportajlar güney Avrupa ve Türkiye’den gelen misafir işçilere yönelik başlangıçtaki coşku ve hayranlığın daha o zaman bile hızla söndüğünü ve tersine dönüp reddetme sürecine girdiğini göstermektedir. Gündemde kısmen ırkçılığa kadar varan hınç ve dışlama vardı artık. Misafir işçilere hızla “Itaker”, “Polacken” veya “Kanaken” gibi üzüntü verici hakaretamiz isimler takılmaya başladı. Kendisi de bir “misafir işçi çocuğu” olan Feridun Zaimoğlu daha sonra bu aşağılayıcı kavramları kullanan Kanak Sprak başlıklı ilk yapıtıyla ünlenecek ve ödüllü bir yazar olacaktır.

Daha o zamanlarda da kışkırtıcı bir tutum içinde olan Bild gazetesi Köln’deki Ford fabrikasında yapılan greve tepki olarak Ağustos 1973’te şöyle yazıyordu: “Misafir işçiler, adlarına uygun biçimde davranmalıdır. Davranmayan bir misafir, kapı dışarı edilir!” Türk grevi olarak da bilinen bu grev, türünün ilk örneğiydi. Türk misafir işçiler ilk kez örgütleniyor ve işçi hakları için mücadele ediyordu. Misafir işçilerin durumu ve işyerlerindeki vaziyet genellikle acınasıydı.

Günter Wallraff En Alttakiler (Ganz unten) başlıklı başyapıtında 80’li yıllarda Türk misafir işçilerinin yaşamları ve acılarını son derece etkileyici bir biçimde anlattı. Gazeteci-yazar Wallraff kitabı için gereken araştırmaları yapabilmek için bir “Türk” rolüne büründü ve Ali Levent Sinirlioğlu olarak Alman işgücü piyasasının bayağılıklarını ve misafir işçilerin maruz kaldığı kabul edilemez muameleyi bizzat yaşadı. Günter Wallraff yaşadıklarını daha sonraki bir röportajında, “Bir tür Apartheid bizde de oldu, bizim demokrasimizde” diye betimliyordu. Kitap Almanya’da haftalarca çoksatan listelerinde kaldı ve savaş sonrasının kurgu olmayan en başarılı kitaplarından biri oldu. Ne var ki pek çok insanın içinde bulunduğu dramatik ve insanlık dışı bu durumlar neticede fazla değişmedi.

Bundan yıllar sonra Deutschland schafft sich ab (Almanya Kendini Feshediyor) adlı başka bir kitap, daha doğrusu bir yergi bu ülkede siyasetin ve toplumun popülizm ve zenofobiye özellikle meyilli olduğunu gösterecekti. Artık nüfusun dörtte birinin göçmen kökenli olduğu bir ülkede toplumun geniş kesimlerinde bu çeşitliliğin kabul görmemesi Almanya toplumu için büyük bir sorundur. Alman muhafazakârlarının Thilo Sarrazin’in çiğ, kaba, saçma ve özünde İslamofobik olan ve bilimsel olarak defalarca çürütülen tezlerine duyduğu sempati, toplum olarak daha çok şey öğrenmemiz gerektiğini gösteriyor. Almanya Federal Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Christian Wulff 2010’da meclisteki ilk konuşmasında çok dinliliği kabul ettiğini gösteren “İslam Almanya’nın bir parçasıdır" cümlesini sarf ettiğinde, muazzam bir öfkeyle karşılanmıştı. Bu arada Almanya’da yaşayan Müslümanların büyük çoğunluğu Almanya Federal Cumhuriyeti anayasasını tanıyor ve toplumda yerini almış durumda. Tıpkı Protestanların, Katoliklerin ve başka dinlere bağlı olanların yaptıkları gibi onlar da tamamen iddiasız bir biçimde kendi dinlerini yaşıyor.
Ve yine bir kasım günü, Alman-Türk ilişkilerine büyük ölçüde damgasını vurup şekil verecekti: Berlin Duvarı’nın 9 Kasım 1989’da yıkılması. Duvar’ın yıkılmasıyla birlikte herkes için siyasi ve ekonomik durum değişti. İki Almanya’nın 1990’da yeniden birleşmesini takip eden yıllarda ekonomik kalkınma yerine ülkede işsizlik ve memnuniyetsizlik baş gösterdi. Örneğin Berlinli Türkler arasındaki işsizlik oranı Berlin duvarı yıkılmasından sonraki dönemde yüzde 50’ye kadar vardı. Türk nüfusunda hoşnutsuzluk ve kızgınlık gittikçe artıyordu. “Duvar Türklerin başına yıkıldı” ifadesi, Türk topluluğu arasında gittikçe yaygınlaşıyordu.

Öte yandan aynı dönemde Almanya’ya iltica başvurusunda bulunanların sayısında da büyük bir artışlar oldu. Popülist politikacıların ve bulvar medyasının kışkırtıcı kampanyaları eşliğinde aşırı sağcı bir dalgayla birlikte “yabancılara” ve “sığınmacılara” karşı şiddet eylemleri ve saldırılar baş göstermeye başladı. Aşırı sağın yol açtığı huzursuzluklar ve saldırılar sonucunda CDU/CSU, SPD (Alman Sosyal Demokrat Parti) ve FDP temsilcileri sokağın baskısına boyun eğip Aralık 1992’de Alman anayasanın iltica maddesinin yeniden düzenlenmesi konusunda anlaştılar. İltica uzlaşmasının amacı, iltica başvuru sürecinin hızlandırılması ve “iltica istismarının” önlenmesiydi. 29 Mayıs 1993’te yapılan anayasa değişikliğinden sadece üç gün sonra Solingen’de aşırı sağcıların kundaklaması sonucunda iki Türk kökenli ailelerin beş bireyi hayatını kaybetti.

Türkiye’den Almanya’ya kalıcı göç, çok yönlü olduğu gibi iniş ve çıkışlarla da dolu bir süreç. Mölln ve Solingen’deki kundaklamalar veya NSU terörünün soğukkanlı cinayetleri halen unutulmadı ve Türkiye’den gelen, çoktandır Almanya’yı vatanı olarak gören birçok insanın kolektif hafızasının derinliklerine kazındı. O zamandan beri güvenlik kurumları ve polise duyulan güven sarsılmış durumda. Federal düzeyde ve eyalet düzeyinde yürütülen pek çok soruşturma komisyonu ve Münih’teki NSU davasına rağmen bu güvensizlik hâlihazırda devam ediyor.

İnternette aşırı sağcı polis sohbet grupları, ordu içindeki sağ ağlar, Hessen polis merkezlerinden gönderilen tehdit e-postaları, bir aşırı sağcı tarafından on bir kişinin soğukkanlılıkla katledildiği Hanau saldırısı, Halle’de bir sinagoga yönelen, sinangogta dua eden insanların şans eseri kurtulduğu, buna karşılık iki kişinin sokakta öldürüldüğü antisemitik saldırı ve camileri hedef alan birçok saldırı bu güvensizliği pekiştirdi.

Eski misafir işçilerin kalıcı ve geçici göçü, yaygın önyargıları ancak yeni yeni bilimsel araştırma konusu haline geldi. Genelde farklı kökenlere sahip insanların birlikteliğinin bizi zorladığı, göçmenlerin dilsel, ekonomik, sosyal ve siyasi entegrasyonunun büyük ölçüde başarısızlığa uğradığı, demokrasinin, kadın erkek eşitliğinin, “Alman öncü kültürü”nün ve Batılı değerlerin ister sığınmacılar, ister kalıcı göçmenler veya “yeni Almanlar” olsun, bu insanlara öğretilemeyeceği iddia ediliyor çoğu kez. Bu arada ülkemizdeki esas sorun, Batı’nın çöküşüne dair şu popülist söylemi dilinden düşürmeyen, örneğin pegida (ırkçılardan oluşan İslam karşıtı bir örgütvari grup) gibi komik kısaltmalarla bir şehirden ötekine giden veya kendini (artık ne içinse!) “alternatif” olarak gösteren partiler ve insanlardır.

Entegrasyon karşılıklı bir süreçtir ve tek yönlü bir yol değildir. Çok kültürlü bir toplum da nadiren toplumsal sorunlardan muaftır. Sosyolog Aladin El-Mafaalani Das Integrationsparadox: Warum gelungene Integration zu mehr Konflikten führt (Entegrasyon paradoksu: Başarılı Entegrasyon Neden Daha Fazla Çatışma Doğuruyor) adlı kitabında bu etkiyi açıklamaktadır. Daha fazla insanın belirleme ve karar alma süreçlerine katılması, çıkarlarını eşit düzeyde algılaması ve kendi sorumluluğunu üstlenmesi mümkündür. Çeşitlilik böyle ortaya çıkar ancak. Ayrıca daha yapacak çok şey olduğundan kimsenin kuşkusu yok.

Yine de ülkemizin ve ülkemizdeki politikacıların 60 yılı geçmiş olan göç gerçeğini kısa bir süreden beri olsa da, artık inkâr etmediği hesaba katılırsa, mevcut göç bilançosu o kadar da kötü görünmüyor. Burada bilançoyu birebir anlayabiliriz: Almanya, gerek bugün artık kalıcı göçmen olan tüm eski misafir işçilerin, gerekse onların çocuk ve torunlarının ekonomik performansı olmasaydı, kelimenin gerçek anlamıyla yoksul kalabilirdi. Onlar önce sanayide “misafir işçi”, daha sonra akla gelebilecek tüm branşlarda işletmeci ve girişimci olarak Alman refahına katkıda bulundular ve bulunmaya devam ediyorlar. Örneğin ülkemizdeki yaklaşık 103 bin işletmenin Türkiye’den gelenlerce tarafından kurulduğunu ve bunların 800 bine yakın istihdam yarattığını çok az kişi bilir –geliştirdikleri aşıyla dünyamıza umut veren Dr. Özlem Türeci ve Dr. Uğur Şahin tarafından kurulan BioNTech firması da böyle bir örnektir. Türkiye'den Almanya’ya göç eden tüm insanların Alman gayri safi yurtiçi hasılasına katkısı yılda 100 milyar Euro sınırını çoktan aştı.

Kalıcı göç aynı zamanda çok yönlü kültürel kıvılcımlar anlamına gelir. Bunlar dil, folklor, müzikal etkiler ve yabancı mutfaklar gibi gayet basit şeylerdir. Kebap, cevapcici, pasta veya paella olmadan Almanya lezzet açısından ne kadar fakir olurdu. Bu arada döner kebap bir Alman ihracat ürünü haline geldi ve lezzetli bir Alman yemeği olarak dünya çapında ün kazandı. İster New York Brooklyn'deki Kotti Berliner Döner Kebab'da, ister Tokyo'daki Saray Kebab'da olsun, bir efsaneye göre 70'lerin başında Berlin-Kreuzberg’de icat edilen bu müthiş lezzet ekmek arası döner dünyanın her yerinde bulabilirsiniz artık.

Bugün, anlaşmadan 60 yıl sonra, her iki ülke arasındaki işbirliğini ve alışverişi güçlendirmek amacıyla yerel düzeyde 100'ün üzerinde yapılmış kardeş şehir anlaşması var. Almanya ve Türkiye, AB içindeki en önemli ticaret ortaklarıdır. İkili ticaret hacmi en son 35 milyar Euro idi. Almanya aynı zamanda Türkiye'nin en büyük yabancı yatırımcısıdır. Türkiye'deki Alman şirket veya Alman iştiraki olan şirket sayısı şu anda 7200 civarında. Bu arada, giderek daha fazla Türk yatırımcı ve girişimci (StartUp) Almanya'ya geliyor. 2014’te tanınmış İstanbul Bahçeşehir Üniversitesi, Alman-Türk Bilim Yılı kapsamında Berlin Uluslararası Uygulamalı Bilimler Üniversitesi'ni (Berlin International University of Applied Sciences) kurdu ve İstanbul Alman-Türk Üniversitesi ile birlikte iki ülke arasındaki bilgi transferini teşvik ederek ileriye taşıyor. Bugün Almanya'da, Türkiye'den gelen yaklaşık üç milyon insan yaşıyor. Neredeyse yarısı zaten Alman vatandaşlığına sahip. 915 bini aşkın kişi Almanya'da kendi evinde yaşamaktan gurur duyan ev sahipleri. Ayrıca her yıl yaklaşık beş milyon Alman turistin Türkiye'yi ziyaret etmesi dikkat çekicidir.

Özcan Mutlu, 1968’de Kelkit´in Akdağ-Köyünde doğdu. Üniversite eğitimini Elektronik Mühendisi olarak tamamladı. 1990 yılında Alman vatandaşı oldu ve aynı yıl Birlik 90 / Yeşiller partisinden siyasete atıldı. 2013’den 2017’ye kadar Federal Alman Milletvekili olarak Birlik 90 / Yeşiller partisinin eğitim ve spor politikaları sözcüsü görevinde bulundu. Alman-Türk Parlamento-Dostluk-Grubunun başkan yardımcısı olarak birçok kez Türkiye’de seçim gözlemciliği yaptı. 1999’dan 2013’e kadar Berlin Milletvekili olarak Eyalet Meclisi’nde ve 1992’den 1999’a kadar Berlin-Kreuzberg Belediye Meclisi’nde yer aldı. Belediye meclis üyesi olarak Almanya´nın iki dilde eğitim veren ilk Türkçe-Almanca-Avrupa-Okulu kurucuları arasında yer aldı. 2014 Türk-Alman-Bilim-Yılı çerçevesinde Bahçeşehir Universitesi BAU-Global eğitim kurumlarına bağli olan Berlin-International, University of Applied Sciences´ı kurdu. 2018’ de Sabancı Üniversitesi - İstanbul Politikalar Merkezinde kıdemli araştırmacı görevinde bulundu. 2018´den bu yana Berlin Paralimpik-Spor-Federasyonu Başkanı (Behindertensportverband Berlin) olarak görev yapmakta. 2019’da Alman-Türk Dostluk Federasyonu (Deutsch-Türkische-Freundschaftsföderation) Kybele ödülünü kazandı. 2020´de Almanya UNESCO komisyonu üyesi seçildi.
Ariel Hauptmeier, yazarlarımıza, hayat hikâyelerini bütün ayrıntılarıyla ve canlı bir üslupla bu kitapta kaleme alma çabalarında destek oldu. Hauptmeier, iyi ifade edilmiş metinlerin her zaman peşindezaten. Serbest muhabir olarak yıllarca Dünya’yı gezdi, ardından editör olarak ‘Geo’ dergisinde, metin sorumlusu olarak CORRECTIV’de ve internet dergisi Republik’de çalıştı. Bugün Reutlingen’deki Röportaj okulunu yönetiyor. Reporter:innen- Forum isimli gazeteciler forumunu hayata geçirenlerden de biri. Son olarak CORRECTIV için ’32 Gründe, warum Europa eine verdammt gute Idee ist’ (ç.n: Avrupa’nın neden şahane bir fikir olduğuna dair 32 sebep) isimli kitabı yazdı. Düzenli olarak yazma seminerleri veriyor ve FAZ ve Standart gibi gazete ve dergilere edebi gazetecilik bâbında koçluk hizmeti sağlıyor.
Ivo Mayr Güney Almanya’da doğdu. Neuschwanstein şatosunun hemen yakınlarında Abitur yaptı.2014 yılından beri CORRECTIV’in görsel sorumlusu ve aynı zamanda fotoğrafçısı. Mayr, Dortmund’da fotoğraf eğitimi aldıktan sonra Adidas ve Schauspielhaus Bochum’un da aralarında olduğu çeşitli kurumlar için çalıştı. Fotoğrafları Spiegel, Zeit, 11 Freunde, Freitag ve bunlara benzer birçok başka yayın organında yayınlandı. RTWH Aachen Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nin fotoğraf stüdyosunu da yönetiyor. Eserleri yurt içinde ve yurt dışındaki münferit ve grup sergilerinde yer aldı ve Los Angeles International Photography Awards ya da Canon ProFashional Award gibi birçok ödül kazandı. Portreleri şu anda CORRECTIV ile beraber hazırladığı, ‘Menschen im Fadenkreuz des rechten Terros’ (ç.n: Sağ terörün hedefindeki insanlar) adlı sergi kapsamında görülebilir.