Babam çekingen bir insandı. Annemse bir mücadeleciydi.
Babam da öfkeden deliye dönmüş, annemin üzerine yürümeye kalkmış, başkaları araya girmiş. Kızılca kıyamet kapmuş, ta ki herkes sakinleşene ve bizimkiler birlikte eve gidene dek.
Annem ve babam bu hikâyeyi bize defalarca anlatmıştır, böyle olaylarda her zaman olduğu gibi bu hikâye de zaman içinde bir fıkraya dönüştü. Ben her halükârda annemin bu cesaretine hayran kaldım hep. Dilini bilmediği ve kültürünü anlamadığı yabancı bir ülkede bir birahanenin yolunu tutma ve herkesin gözü önünde kocası uğruna mücadele verme cesaretini göstermiş olduğu için. Şapka çıkarıyorum anne!
Yaklaşık ilk yedi yılımı Türkiye’nin kuzeydoğusunda yaşayarak geçirdim, Karadeniz kıyısına yakın bir köyde. Babam 1963’te Almanya’ya gitmişti ve bizi ziyaret etmek için yılda bir yurda geliyordu. Onunla ilgili ilk anım şöyle: Köyün camisinde başka erkeklerin arasında oturan takım elbiseli, kravatlı tek kişiydi. Yüzüme sevecenlikle bakıyordu, ötekiler de dostça bakıyordu, ancak ben bütün bu tanımadığım erkeklerin arasında kendimi rahat hissetmemiş ve koşarak hemen oradan uzaklaşmıştım.
Çocukluğum harikulade, tasasız ve özgürdü. Kuzenlerimle birlikte sık sık zambak, çilek ve mantar veya fındık hasadı için yollara düşerdik. Süt ineklerimiz, bir kedimiz, bir koyunumuz vardı. Sıcak yaz aylarında babaannelerimiz, anneannelerimiz, dedelerimiz ve hayvanlarımızla yaylaya çıkardık. Yol 24 saat sürüyordu, geceyi yol üstünde konaklayarak geçirirdik. Biz çocuklar yürümekten yorulduğumuzda, bir eşeğin sırtındaki sepetlerden birine girer ve sallantıyla uykuya dalardık.
Yaylamız ünlü dağ Halbaba’nın eteklerindeydi. Bu dağa sihirli güçler atfediliyordu. Çocuk sahibi olamayan veya hasta insanlar yardım almak için bu heybetli dağın yolunu tutardı.
Annem 1969’da babamın ardından erkek kardeşimle birlikte Duisburg’a gitti. Kız kardeşim ve ben bir anneannemizde bir babaannemizde kalıyorduk. Hiç hoşumuza gitmiyordu bu. Başlangıçta kendimizi buruk bir duyguyla öksüz gibi hissetmiştik, istenmeyen çocuklardık adeta.
Bir yıl sonra bizi de yanlarına aldırdılar. Herkesin tanıdığı bir misafir işçi bize uçakta eşlik etmişti. Yemekler servis edildiğinde ve hostesler bizim de önümüze yarım tavuk olan birer tepsi koyduğunda gözlerimize inanamamıştık. Bu kadar çok et! Bu durumun yabancısıydık. Porsiyonlar çok büyüktü. Bugün de hâlâ birbirimize anlattığımız eğlenceli olaylardan biridir bu.
Düsseldorf’a vardığımızda ve annem bizi, bitli çocuklarını karşıladığında gözyaşlarını tutamamıştı. Çiftlikten geliyorduk ve bu nedenle payımıza düşen ilk şey bir bit tedavisi olmuştu.
Almanya’ya gelişimizden üç hafta sonra okula başladık, kız kardeşim üçüncü sınıfa, ben ikinci sınıfa. O zamanlar Duisburg’da göç arka planı olan çocuklar yok denecek kadar azdı. Çok geçmeden ilk Alman arkadaşlarımı edinmeye başlamış ve birkaç hafta sonra oyun alanında onlarla sohbet eder hale gelmiştim. Bunun nasıl olduğunu sormayın bana.
Babam yeraltında vardiyalı olarak çalışmaya devam ediyor, annemse kova ve konserve kutu üreten bir teneke ürünleri fabrikasında parça başı iş yapıyordu. Sabahları kalktığımızda evden çıkmış oluyor, öğlenleri okuldan geldiğimizde de uzunca bir süre onun eve gelmesini bekliyorduk.
Kız kardeşim ve ben erkek kardeşimizle birlikte minnacık bir odayı paylaşıyorduk. Çalışma masamız oturma odamızın masasıydı. Öğleden sonraları bu masanın başına geçip ev ödevlerimizi yapıyorduk.
Kendi işimizi kendimiz yapmayı erken yaşta öğrendik. Pek çok şeyi tek başıma becerebiliyordum, ancak dakik olmayı asla öğrenemiyordum. Uyuyakaldığım, defterlerimden birini veya ayakkabılarımı ya da başka herhangi bir şeyi bulamadığım için hep birkaç dakika geç kalıyordum. Sınıfa sessizce süzülüyor ve özür diliyordum. Öğretmenler gözleriyle beni izliyordu
Annemiz ve babamızın bizi destekleme imkânı olmadığı için kendimizi geliştirmemizde öğretmenler daha da büyük bir önem taşıyordu. Herr Franken’i özellikle severdim. Elinden geldiğince beni canlandırıp güçlendiriyor ve motive ediyordu. Üçüncü sınıfta bir dikte dersinde überqueren (karşıdan karşıya geçmek) kelimesini tek kerede doğru yazmıştım. Herr Franken buna hayran kalmış ve beni sınıfın önünde övmüştü.
Bu küçük olayı tam olarak hatırlarım hâlâ. Evet, tek kerede yazmayı başardığım bu kelime bir yaşam düsturu haline gelmişti. Bazı uçurumlardan atlayarak karşıya geçmek zorundaydım. Bir yanda Karadeniz kıyısındaki köy, öbür yanda Ruhr havzasındaki büyük şehir. Bir yanda yoksulluk, öbür yanda bolluk. Açlığın ne demek olduğunu çocukluğumda öğrenmiştim. Şimdi de bir tüketim toplumunda yolumu bulmayı öğrenmek zorundaydım. Bir yanda Türkiye’nin bir köyünde büyüyen kız çocuk, öbür yanda kültürlerarası psikiyatri alanında profesör.
Öncelikle geleneksel büyük aile şekillendirmişti beni. Meşhur Türk aile bağları; bu, bazı bakımlardan her şeyin daha iyi ve daha güzel görünmesini sağlar ve genellikle ekonomik sıkıntıyı örtmeye yarar. Geleneğin beraberinde getirdiği buna benzer şeyler daha az hoşuma gidiyordu artık.
Annem ve babam muhafazakâr insanlardı, onların dünyasında öteden beri, kız çocukların erken evlenip çocuklarla ve evle ilgilenmesi, kocalarının da onlara bakması geçerliydi. Bunu bizim iyiliğimiz için istiyor ve doğru yoldan ayrılmak istemiyorlardı. Ancak ben, çok geçmeden kendi ayaklarımın üstünde durmak, üniversiteye gitmek ve annem babam kadar ağır koşullarda çalışmak istemediğimi anlamıştım.
Beni destekleyen kişi yine Herr Franken oldu. Annemi ve babamı Gymnasium’a başvurmam için ikna etti.
Bütün derslerim bir ve ikiydi, sadece Almanca dersim dörttü. “Buna seyirci kalamam” dedi bir gün bana Almanca öğretmenim Frau Großterlinden, “arayı kapatmanı istiyorum.” Ardından da bana, hiç karşılık beklemeden ek dersler verdi. Onuncu sınıftan önce baska bir yere taşındık, orda Latince dersi başka bir kitaptan öğretiliyordu, kelimelerin çoğunu bilmiyor ve geri kalıyordum. O zaman, evrak çantası, takım elbisesi, kravatıyla esasında katı bir bürokrat olan, tepeden tırnağa bakımlı ve kusursuz yeni Latince öğretmeni Herr Elsenbruch benimle konuşmuş, okuldan sonra birlikte Latince alıştırma yapmayı önermişti. Dostane ve cana yakın biri haline gelmişti ansızın.
Hedefe ulaşmamda o kadar çok insan yardımcı oldu ki bana. Bugün de ben, hedefe ulaşmaları için başkalarına yardımcı oluyorum.
Annem ve babam kız kardeşim ve benim akşamları dışarı çıkmamızı istemiyordu. Ama biz ısrarlıydık ve kimi zaman annemiz ve babamızla mücadele etmek zorunda kalıyorduk. Sonunda yaratıcı bir çözüm bulmuştuk: Mazeret olarak erkek kardeşimizi yanımıza alıyorduk. O daha uzun süre dışarıda kalabildiği için seviniyor, biz de sekizde eve dönmek zorunda kalmadığımız için mutlu oluyorduk. En nihayetinde önemli olan birlikte eve dönmek ve bizimkilere aynı hikâyeyi anlatmaktı. Hem annemiz ve babamızla olan çatışmayı azaltmış hem de kendimize özgür alan açmayı başarmıştık.
Arkadaşlarım iyi not aldıkları zaman ödüllendiriliyordu. Bense hep birlik kâğıt veriyor ve hiçbir şey almıyordum. Bunu babama söylemiştim. “Kızım, sen benim için değil, kendin için gidiyorsun okula” dedi dostça. Babam yumuşak, içten ve mizah duygusu olan bir insandı.
Öğrenciyken yaptığım işlerden biri, Pro Familia için cinsellik, gebelik ve evlilik danışmanlıklarını tercüme etmekti. Burada birinci elden bambaşka dünyaları olan ailelerle, onların bakış açıları ve sorunlarıyla tanıştım. Okulda ana dersim kimyaydı ve üniversitede de aslında kimya veya biyokimya okumak istiyordum. Ancak sonra tıpta karar kıldım; bunun nedenlerinden biri de Pro Familia’da göçmenlerin acilen iyi bir bakıma ihtiyacı olduğunu bizzat yaşamış olmamdı.
1982’de Hannover’de tıp okumaya başladım, “yabancı kotası” üzerinden kendime bir yer bulabilmiş ve bir yarıyıl beklemek zorunda kalmamıştım. İlk haftamda uluslararası üniversite öğrencilerinin yer aldığı son derece hayırlı bir toplantıya katıldım: Onlarla arkadaş olup birbirimizi desteklemeye başladık, kısa bir süre sonra bir klik haline gelmiştik. Diğer öğrenciler Polonya’dan, Norveç’ten, ABD’nden, Tunus’tan ve İsrail’den geliyordu. Orada Avusturya’dan Eva-Maria, Çekya’dan Helena ve Yunanistan’dan Vaitsa’yla tanıştım, onlar bugün de hâlâ en iyi arkadaşlarım. Üniversite eğitimi insana beraberken çok daha kolay geliyordu, birçok uluslararası bayramı birlikte kutlayan harika bir gruptuk.
İlk uzmanlığım: nöroanatomi. Beynin nasıl çalıştığını bilmek istiyordum, konunun içine girip dört yıl boyunca üniversite öğrencilerine nöroanatomi danışmanlığı yaptım. Bunun yanı sıra hastanede yardımcı asistan olarak çalışıyordum ve böylece maddi durumumu düzeltme imkânı bulmuştum.
Doktora tezimin konusu, çok küçük parçacıklardan oluşan tozun akciğerlerde hangi hasarlara yol açtığına yönelikti. Acaba bu konuyu, babam madenci olarak yeraltında çok miktarda toz soluduğu için mi seçtim? O sırada bu bağlantıyı görmüyordum, bugünse apaçık. Her halükârda Hannover’deki Fraunhofer-Institut’da yaptığım heyecan verici, büyük bir araştırma projesiydi bu. Çalışmamın amacı, işçileri çok küçük parçacıklardan oluşan tozun sağlığa verdiği zararlardan korumak için bağlayıcı sınır değerleri yakalamaktı. Hayvan deneyinde üç tozu test ettik, farklı yoğunluklarda titanyum dioksit, demir tozu, PVC... Ne zamandan itibaren iltihaplanmalar, doku değişimleri oluşuyor, ne zamandan itibaren bağışıklık hücreleri değişime uğruyor?
Üniversiteyi bitirdikten sonra Alman vatandaşlığına geçtim. Yaklaşık bir yıl sürdü bu çünkü doğduğum köyden beklenen belgeler bir türlü gelmek bilmiyordu. Bekledikçe bekliyordum, aylar geçiyor ama ilerleme olmuyordu. Bunun nedenini bir tesadüf sonucunda öğrendim: Amcam köyde muhtardı ve belgelerin toplanmasını engellemişti. “Bir yabancı olmamı” istemiyordu.
Daha sonra Alman erkek arkadaşımla evlendim. Babamın aklında yüzlerce konuğun davet edildiği geleneksel bir Türk düğünü yapmak vardı. Benim planlarımsa başkaydı. Eğer evleniyorsam, davetlileri benim de şahsen tanımam gerekiyordu. Ve böylece küçük bir çevrede yapılacak olan bir Alman-Türk düğününde karar kıldık.
Üniversiteyi bitirdikten sonra uzmanlığımı nörolojide yapmak istiyordum aslında. Ancak yürüdüğüm yolda psikiyatriye olan tutkumu keşfettim. Öncelikle de göç veya sığınma arka planı olanların psikiyatrik bakım konusunda ne kadar zorluk çektiğini bizzat yaşadığım için. Dolayısıyla uzmanlığımı nöroloji ve psikiyatride yaptım.
Kültürlerarası psikiyatri yaşam konum haline geldi. Her iki dünyayı da, hem Almanların hem de göçmenlerin dünyasını tanıyorum, bu da bana göçmenlerin ruhsal sorunlarına erişmemde bir ayrıcalık tanımış oldu.
Pek çok göçmen ve sığınmacı görüşme yapmak üzere bize geliyor. Onları anlıyoruz, harfiyen: Bir kısmını bizim eğittiğimiz büyük bir tercüman havuzumuz var.
Depresyon ve kronik ağrı vakalarıyla karşılaşıyoruz, kumar bağımlılığı olan veya psikozlardan mustarip hastalarımız var ve bireysel hastalığın temelinde hep yabancı bir kültürün olduğunu görüyoruz. Kendi isteği ve iradesi dışında evlendirilen ve kocasının kendisine dokunmasına katlanamayan ve buna güçlü şikâyetlerle tepki veren kadın göçmen; Suriye’den gelen ve travmatize olmuş insanların oluşturduğu sığınmacı grup; oğlunu savaşta kaybettiği için kendini suçlamaktan vazgeçmeyen baba.
Charité’deki tıp öğrenimine yeni öğelerin katılmasında yardımcı oldum. Tercümanlarla nasıl çalışırım? Semptomların kültüre özgü yönlerini nasıl tanırım? Bu artık bugün yükseköğrenimin yerleşik bir unsuru haline geldiği gibi, simülasyon hastalarının yardımıyla antrenmanlar da yapılıyor.
Göç ve sığınmacı arka planı olan hastalara yönelik olası tedavi önerilerine 25 yıldır kafa yoruyorum. Bu süreçte şunu kavradım: Özel ve ayrı öneriler kalıcı çözüm getiremez. Bu grubun bakımı daha çok genel bakım yapılarıyla bütünleşmek zorunda.
2000’li yılların ortasında –o arada ben Charité’ye geçmiştim– bilimsel araştırmalar Türk kökenli genç kız ve kadınların ortalamanın üstünde intihar ettiğini ortaya koydu. Neden? Bir araştırma projesinde bu sorunun peşine düştük.
Genç kadınlarda durum şöyleydi: kimlik problemleri, Türk kültürüne uyum sağlama ve mecburen ailenin bir “kuklası” olma, aile fertleri dışında kimseye güvenmeme zorunluluğu.
Orta yaşlı kadınlardaysa durum şöyleydi: erkeğin ailesi tarafından yeterince değer görmeme, erkeğin sadakatsizliği, ev içi şiddet, maddi bağımlılık, ayrılma ve boşanma.
Evlilik göçmeni kadınların durumu ise şöyleydi: sıla hasreti ve dil problemleri, Alman toplumuna ve erkeğin ailesine uyum problemleri, kayınvalide ailesinin “hizmetçisi” olma zorunluluğu.
Bunu takiben aydınlanma kampanyamızı başlattık. Kampanyaya, “Suskunluğuna son ver, yaşamına değil” adını verdik ve Berlin kriz hizmeti kapsamında yer alan Türkçe kriz yardım hattını daha iyi tanıtmak için elimizden geleni yaptık. Burayı arayan kadınların altıda biri o anda intiharın eşiğindeydi ve mutlaka kısa sürede müdahale gerektiriyordu. Aydınlanma kampanyamızın etkisiyle ikinci kuşak genç kadınlarda intihar girişimi oranı hissedilir derecede geriledi. Ama bu oran hâlâ fazlasıyla yüksek.
Annem artık Türkiye’de yaşıyor. Birkaç yıl önce bana telefon edip hayatını kurtardığımı iddia eden bir kadınla tanıştığını söyledi. Hatırlamıştım: O esnada Hildesheim’da asistan doktordum, kadın depresyon şikâyetiyle bana gelmişti, kimsenin kendisini anlamadığını söylüyordu. Yıllardır tedavi görüyordu. Depresyon teşhisi bana tuhaf gelmişti. Semptomları daha çok organik bir nedene işaret etmiyor muydu? Onu görüntüleme almaya yolladım, kuşkum doğrulanmıştı. Kafasında iyi huylu, yer kaplayan, büyük bir tümör vardı. Derhal ameliyat edildi.
Annemin koltuklarının kabarmasına sevinmiştim.
Babam bir yıl önce öldü. Erkek kardeşleriyle birlikte nasıl horon teptiği hâlâ gözümün önünde; bölgemizin bir halk dansıdır bu. O ve erkek kardeşleri bir Karadeniz kıyısı enstrümanı olan kemençeye nasıl da uçarcasına hafif, zarif keskin devinimlerle eşlik ederlerdi. Bu müziği ve dansı severdi babam. Ben de seviyorum bu müziği, onu bedenimde hissediyorum. İster Berlin kışlarında, ister Karadeniz kıyısının yaz sıcağında olsun, bayramlarda ben ve kardeşlerim saatlerce bu müziği dinlemeye ve horon tepmeye doyamayız. Yorgun olduğum, dikkatimi dağıtmak, günlük işlerden kopmak istediğim zamanlarda kulaklığımı takıp bu müziğe dalarım.
Bazen insanlar şunu soruyor bana: Neredeyken evindesin? Ben de şöyle diyorum o zaman: “Burada.” Türkiye’de evimdeyim, köklerim orada. Duisburg’da evimdeyim, orada büyüdüm. Hannover’de evimdeyim, üniversiteyi orada okudum. Berlin’de evimdeyim, orada oturuyor ve çalışıyorum.
Kız kardeşim okuldan sonra Türkiye’ye geri döndü. Bazen bana şöyle der: “Gerçek bir Alman oldun sen. Hareketlerine, yürüyüşüne, konuşmana ve düşünme tarzına bir baksana.” O zaman şaşırıyor ve düşünüyorum: Sahi mi? Bir Alman? Hangi Alman? Şu mu, bu mu yoksa o mu? Alman, Alman-Türk, göç arka planı olan kadın? Ve… ne önemi var bunun?