Dökümhanedeki iş bir şok işlemiydi. Motor blokları fırından çıktığında kor oluyordu, kumu ve tozu ayırmak için onları çekiçlerle işlemek zorundaydık. Motor blokları soğuduğunda köşeleri, çıkıntıları ve çapakları zımparalamak için taşlama makinesi kullanıyorduk. Havada sürekli sıcak toz oluyordu.
Koruyucu gözlüklerimiz vardı ama solunum maskelerimiz yoktu. Tatillerde bile isin burnumuzdan çıkıp gitmesi günler alıyordu. Dahası ücretler berbattı ve ustabaşılar otoriter ve pervasız bir başçavuş edasıyla insanı durmadan azarlıyordu. Daha birkaç hafta geçmeden buradan çıkıp gitmek zorunda olduğumu anlamıştım.
Bölge 1918’den 1938’e kadar Fransız mandasıydı, bundan bir yıl sonra Türkiye’ye verilmişti ancak. Eğitim altyapısının ülkenin geri kalanına uyumlanması için on yıllar geçmişti. Annem babam hiç okula gitmemişti, ablam da öyle. Ben altı yaşına geldiğimde neyse ki komşu köyde bir okul açılmıştı. Okulun ilk yılı olduğu için sınıflar karmaydı, bazı öğrencilerin yaşı diğerlerinin iki katıydı.
İlk öğretmenimiz korkunçtu. Bize eziyet etmekten zevk alıyor, yanlarından sırıtarak geçerken en küçüklere bile dayak atıyordu. Ağlamaktan yüzümüz gözümüz şişmiş halde dönüyorduk eve hep. Babalarımız şikâyette bulunup öğretmeni uyarıyor ama bu fayda etmiyordu. Bir gün başlarının çaresine kendileri baktılar: Öğretmeni enseleyip öyle bir patakladılar ki, adam günlerce hastaneye taşınmak zorunda kaldı, bize bir daha dokunursa güvende olmayacağı yönünde tehdit etmişlerdi onu. Birkaç hafta sonra adam başka bir yere tayin oldu.
Ondan sonra gelen kadın öğretmen onun tam tersiydi, sevecen ve değerbilir. Bizimle bir abla gibi ilgileniyordu. İçimde okuma hevesi uyandırmış ve bana ilk kitabımı hediye etmişti. Kısa bir süre sonra gayretli bir okur haline geldim. Lisede bir öğretmen bana düzenli olarak toplumsal-eleştirel romanlar ve köşe yazıları veriyordu. Amcalarımdan biri bir noterde kâtip olarak çalışıyordu, bana Honoré de Balzac’ın Vadideki Zambak’ını hediye etmişti. Ardından Émile Zola’nın Rahip Mouret’nin Günahı’nı okudum: O günden sonra da tek işim okumak olmuştu. Güneşin kavurduğu bölgemizde başka ne yapılabilirdi ki… Şehir kütüphanesine gidip Stendhal, Flaubert, Hugo, Dostoyevski ve Zola ödünç alıyordum. Goethe’nin Faust’unda çuvallamış ama Werther’i yutmuştum. Ve müzik dinliyordum. Çokça müzik. TRT genellikle halk türküleri, ondan da fazla klasik Türk musikisi çalıyordu, ama Suriye’den Monte Carlo radyosunu alıyorduk, Monaco’dan Arapça yayın yapan bir radyoydu bu; böylece caz, blues, rock, folk ve şansonlarla tanıştım. Hendrix, Joplin ve Stones dinliyor, Joan Baez ve Bob Dylan’a tapıyordum. Her ikisini de sonradan sahnede defalarca canlı olarak dinleyecektim.
Babam 1966’da Almanya’ya gitti. Yevmiyeli işçiydi ve daha sonra çeşitli işletmelerde ve yağ fabrikalarında ustabaşı olarak çalıştı. Bahçemizin her bir metrekaresi ekiliydi. Durumumuz daha iyi olsun diye birkaç yıllığına Almanya’ya gitmeye karar vermişti.
Çok geçmeden benim de içimde dünyaya açılma arzusu uyanmıştı. Dışarıya çıkmak, bir şeyler yaşamak, bir şeylere ulaşmak istiyordum. 17 yaşında bir turist vizesiyle babamın yanına gittim ve Almanya’da nerede mesleki eğitim alabileceğimi soruşturdum. Mümkün değildi. O zamanlar ne Almanca ne de entegrasyon kursları vardı, “misafir işçiler” ve onların yakınları kimsenin umurunda değildi. Goethe Enstitüsü’nün kapısı çaldım ama Almanca kurslar çok pahalıydı. Almanya’ya gidebilmenin tek yolu fabrikada çalışmaktı. Bunun için de Türkiye’ye geri dönüp başvuru yapmak zorundaydım.
Böylece 1973 Ağustosu’nda, 18’ime yeni girdiğimde İstanbul’dan kuzeye giden trene bindim. Hedefim babamın çalıştığı şehre, kır havasında bir Orta Frankonya şehri olan Bad Windsheim’a gitmekti. Orada demir dökümhanesinde çalışmaya başladım. Motor bloklara vurur, sıcak toz yutarken gönlümde Dylan ve Dostoyevski vardı. Ve buradan çıkıp gitmek istediğimi biliyordum.
Başka bir dünyayla, toplu ücret ve adil çalışma koşullarıyla tanışana kadar sekiz ay geçmişti. IG Metall Fürth, nisan ayının bir pazar gününde Türk kökenli işçileri bir bilgilendirme etkinliğine davet etti. Bu toplantıya metal işkolundan 100’ün üzerinde kişi katıldı. Bir restoranda toplandıktan sonra, o sırada IG-Metall’in Türk kökenli işçilerden sorumlu başkanı Yılmaz Karahasan bize toplu iş sözleşmesinin ne olduğunu, kazancımızın ne kadar olması, hangi koşullarda çalışmamız, Alman işçilerle aynı haklara sahip olmamız gerektiğini izah etti; bu haklar için mücadele etmek zorunda olduğumuzu da. Sendikal yapıları nasıl inşa edebileceğimizi açıkladı. Bizi sendikaya üye olmaya davet etti.
Benim için yeni bir şeydi bu. İnsanın hayatına yeni bir yön veren nadir aydınlanma anlarından biri. Aynı gün IG Metall’e üye oldum.
Çok geçmeden “kendi” demir dökümhanemde sendikanın güvenilir adamı olmuştum. Güvenilir adam olmak, çalışanlarla bağ kuran kişi olmak demektir. Görevi üye alımı yoluyla sendikal yapıları inşa etmektir. Türk kökenli meslektaşlarımla konuşuyor, onları aydınlatıyor, sendikaya giriş formunu doldurmalarında onlara yardımcı oluyordum. Sanırım ikna ediciydim: Tüm Türk kökenli işçiler birkaç hafta içinde IG Metall’e üye olmuştu; her türlü sendikayı komünist, “şeytan işi” olarak gören iki aşırı sağcı dışında. Çok sayıda Yunan, İtalyan ve İspanyol meslektaşı sendikaya almıştım.
Ben de kendime bir an önce yeni bir iş bulmak zorundaydım artık. Firma yönetiminin geçici sözleşmemi uzatmayacağını biliyordum. 1974 yılıydı, petrol krizinden sonra ekonomi felce uğramıştı ve “misafir işçi” olarak işini kaybedenler memleketlerine geri gönderilme riskiyle karşı karşıyaydı. Çünkü oturma izinleri otomatik olarak siliniyordu. O yıllarda yüz binlerce insan bu durumdan etkilendi.
İş değiştirerek bir tarım makineleri firmasına girdim, bu işe sendikadan bir meslektaş aracılık etmişti. Burası da başka bir dünyaydı. Personel müdürü harika, insancıl biriydi. Usta seni her sabah el sıkışarak karşılıyor, pazartesi günleri hafta sonunu nasıl geçirdiğini soruyordu. İnsanlar dostça birbirlerinin gözünün içine bakıyor, dökümhanede olduğu gibi keyifsiz, stresli ve bezgin bir edayla başlarını eğip yanından geçmiyorlardı.
Burada kaynakçılık yapıyordum, ilk altı hafta deneme, üç ay öğrenme süresiydi. Sonra parça başı işlerle de arttırma imkânını bulduğum iyi bir ücret almaya başladım. Böylece yavaş yavaş Almanya’daki hedeflerime ulaşıyordum.
1976’da ilk kez IG Metall’in bir haftalık bir seminerine katıldım. İş mevzuatının, yönetime katılmanın, birlik ve dernek kurma özgürlüğünün ve sendikal özerkliğin ne anlama geldiğini öğrendim. Bir demokrasi dersiydi bu. Demokrasinin ana normlarının, özgürlük, eşitlik ve adaletin zaten nicedir yaşanan bir gerçeklik olmadığını ve en iyi demokrasilerde bile kendi çıkarlarını dayatma imkânına sadece toplumsal kökenleri gereği ayrıcalıklı olanların sahip olduğunu hızla öğrenmiştim. Diğerleri örgütlenmediği ve bir kolektif olarak dayanışmadığı sürece bu böyleydi.
Seminerlerde pek çok konuşmacıyla sonradan arkadaş oldum. Öncelikle de yetenekli bir zanaatçı, bir org yapımcısı ve kitapçı olan, bir zamanlar oto tamirciliği yaptıktan sonra Tübingen’de felsefe ve tarih okuyan, IG Metall’de de eğitim seminerleri veren Dieter Würch’le. Birbirimizle ilk görüşte anlaşmıştık. Bir yıl sonra birlikte Türkiye’de tatil yaptık, ona memleketi gösterdim. Yoksa o mu bana gösterdi? Benim ilim Antakya, antik Antiochia hakkındaki bilgisiyle beni durmadan şaşırtıyor, eski Yunanı, Romalıları, ilk Hıristiyanları, Haçlı Seferleri”ni anlatıyordu. Antiochia ve Troya arasındaki her harabe hakkında anlatacak bir hikâyesi vardı.
Politik felsefe hakkında saatlerce tartışıyorduk. Özgürlük ve eşitliği bir arada düşünen, parti komünizminin otoriter tuzaklarına çekilmek yerine özgürlükçü-normatif değerlere sarılan, dogmatik olmayan bir solun varlığını ondan öğrendim. Bana Adorno, Benjamin ve Marcuse okumamı tavsiye eden, beni Lukács, Bloch ve Arendt ile tanıştıran, Ceasere ve Fanon gibi sömürgecilik karşıtı düşünürleri keşfetmemde bana yardımcı olan odur.
Bir gün Minima Moralia’yı, Adorno’nun aforizmalarını okuyordum. Tamamlanmamış bir cümle gördüm orada: “Korkmadan farklı olmak. İşte bu benim kategorik buyruğum ve politik çalışmalarımın merkez noktası olmalıydı. İnancın, ten renginin, kökenin veya başka herhangi bir farklılığın ötesinde hep birlikte eşit, özgürce ve insanca yaşamak… Bu yolda her zaman mücadele edecektim.
Başka bir seminerde, bugüne kadar en iyi arkadaşlarımdan biri olan Reinhard Kiel ile tanıştım, cana yakın ve idealist bir insandır o da. Olağanüstü bir planın peşine düşmemde güç verdi bana: üniversiteye gitmek! Bu maceraya atılma düşüncesi beni çok heyecanlandırmıştı. Reinhard Kiel bana Hans-Böckler Vakfı’na bir burs için nasıl başvuracağımı da göstermişti. Bu bursu kazandım. Üniversite başvurum için bana yardım eden yine Reinhard Kiel’di.
Ekim 1978’de Ekonomi ve Politika Üniversitesi’nde sosyoloji okumak üzere Hamburg’a taşındım, yan dallarım iktisat, hukuk ve işletmeydi. Abitur’um olmadığı için birkaç gün süren bir giriş sınavına girmek zorundaydım. Bu sınavı geçtim. Ancak kısa bir süre sonra öğrenci arkadaşlarımdan çok daha yavaş öğrendiğimi fark ettim. Buna şaşmamak gerek, en nihayetinde çocukluğumda ve gençliğimde öğrenmeyi öğrenmemiştim.
Yavaş olduğum kadar hırslıydım da. Bir daha asla bir dökümhaneye dönmek, bana destek olanları hayal kırıklığına uğratmak istemiyordum. Bu fırsatı kullanmak istiyordum, üniversiteyi bitirmek bir onur sorunuydu. Her yarıyılın sonunda bir sonraki yarıyılın ders programında ne olduğuna bakıyor, görüşme saatlerinde profesörleri ziyaret ediyor, yavaş öğrenme tempomla ilgili onları bilgilendiriyor ve ön hazırlık yapmam için ne okumam gerektiği yönünde bana tavsiyelerde bulunmalarını rica ediyordum. Beni hayranlıkla dinliyor ve ellerinden geldiğince destekliyorlardı. Burs sayesinde tatillerde çalışmak zorunda kalmıyordum ve böylece okumaya yoğunlaşıp yeni konuların içine girme imkânım oluyordu.
Peki başka? Konserlere gidiyordum. Okumalara katılıyordum. IG Metall bağlantımı sürdürürken uluslararası bir öğrenci grubu kurdum ve sosyoloji bölümünün öğrenci temsilciliğini yaptım.
Bir gün Peter Kühne uğradı bana, Dortmund Sosyal Akademi’sinde profesördü ve DGB’nin (Alman Sendikalar Birliği) bir eğitim projesi için yol arkadaşları arıyordu. Birkaç yıl önce birkaç öğrenci arkadaşla yılbaşı tatilini geçirmek üzere Danimarka’da bir ev kiraladığımızda tanışmıştım kendisiyle. Eşi Frau Hildegard’la birlikte birkaç gün yanımızda kalmıştı. Aslında Katolik bir teologken papaz olarak kilisedeki faaliyetine son vermiş, sosyoloji ve felsefe okumuştu; dünyaya açık ve diğerkâm bir ruh. Saatlerce sohbet etmiştik. Sonraki yıllarda da sık sık gördük birbirimizi. Bilimselliğe ve toplumsal etiğe dayanan yargı gücü, deneyim ufku ve insan hakları savunuculuğu daha ilk günden itibaren ilham vermişti bana.
Şimdi de sendikal bir eğitim projesinde kendisiyle birlikte çalışmam için beni davet ediyordu. Eşim projeye duyduğum ilgiyi hissetti ve Peter Kühne’nin önerisini kabul etmem için beni destekledi. O halde önümüzde bir taşınma işi vardı, dünya şehri Hamburg’dan “sosyal demokrasinin kalp karıncığı” Dortmund’a.
İşe koyulmuştuk bir sosyolog, bir pedagog, Peter Kühne ve ben. Çalıştaylar gerçekleştirdik, konuşmacıları eğittik, model seminerler geliştirdik, bilgilendirme broşürleri yayınladık, bir kurultay düzenledik, iki kitap yayınladık: İşgücü piyasasının nasıl çalıştığı hakkında. İşyerinde ayrımcılıkla ve ırkçılıkla nasıl mücadele edileceği, etnik önyargıların nasıl aşılacağı, sendika organlarına azınlıkların katılımının nasıl daha fazla sağlanacağı, gençlerin işgücü piyasasındaki fırsatlardan nasıl daha fazla yararlanacağı hakkında.
Kasım 1989’da somut işlemsel alanda çalışmaya başladım. Düsseldorf IG Metall’de önce sekreter, 1996’dan itibaren de genel müdür olarak hizmet vermeye başladım. 2006’dan itibaren birleşmiş yeni Düsseldorf-Neuss ofisini yönetmeye başladım.
Gerçekleştirdiğim faaliyetlerin ilk yıllarında bazı dirençlerle karşılaştım. Kimi işverenler ve muhafazakâr işçi temsilcilikleri nazik ve sabırlı ama esasta sert bir biçimde yürüttüğüm müzakere tarzından şikâyetçiydi. Beni, hayatında eline hiç alet edevat almamış, pratikten uzak, sol teorisyen olarak karalıyorlardı.
Oysa bu hiç de doğru değildi. Zor işin ne olduğunu fazlasıyla biliyordum, kimse bana neyi nasıl yapacağımı gösteremez ve tepeden bakıp ders veremezdi. Evet, doğruydu, ben “okuyan bir işçi”yim, meseleleri etraflıca düşünür, her eylem sürecinde her zaman arka planı aydınlatmaya ve anlaşılır kılmaya çalışırım. Ancak benim için teori ve pratik sürekli el eledir.
En kötü düşmanlıkları, büyük bir işletmede uzun zamandır işçi temsilciliği yapan üç Türk milliyetçiden gördüm. Benim otoriterlik karşıtı ve kozmopolit tutumumdan rahatsız olmuşlardı. Göç çalışmaları ve ırkçılıkla mücadelede yetki alanımın elimden alınmasını istiyor, aksi takdirde IG Metall’den ayrılmakla tehdit ediyorlardı.
O zamanki IG-Metall genel müdürü Peter Birk bildiğinden şaşmamıştı. Ayrılma tehditleri onu zerre kadar korkutmadı. Tam tersine, bu tutum öfkesini öyle bir çekmişti ki, derhal yerel yönetim kurulu üyelerini bilgilendirdi ve görüşmeye davet etti. Bana verdiği tam destek hiçbir yanlış anlamaya yol açmayacak ölçüdeydi, üçlü çete bundan sonra bana açıkça saldırmaya bir daha asla cüret edemedi.
Yine de bu çatışmaların iyi yanı şuydu: Peter Birk’le aramdaki mesleki ilişkinin daha da güçlenmesine ve bugüne kadar devam eden kalıcı bir dostluğa dönüşmesine vesile oldu.
Bunu başka birçok görev takip etti. 2017’ye kadar IG Metall’in danışma kurulundaydım; sendika kongreleri arasındaki en yüksek kurul. Üç şirketin denetim kurulu üyeliğini yaptım ve yatırım, satış, devir, birleşme, bölünme, tayin, sözleşmelerin uzatılması ve başkanlarla genel müdürlerin görevden azli kararlarına katıldım. Sosyal planlamada ve şirket toplu sözleşmelerinde üç basamaklı milyon değerinde pazarlık müzakereleri yürüttüm.
Ne var ki, şehrin bizim oturduğumuz bölgesine bir atık kâğıt kutusu konup konmaması konusundaki karara katılamıyordum çünkü ben bir Alman değildim. 21. yüzyıl Almanyası’nda tuhaf bir demokrasi anlayışı! Kısa bir süre önce Alman vatandaşlığına geçtim ancak. Neden bu kadar geç? Alman vatandaşlık hukuku adalet duygumu yaraladığı için. Kim bilir kaç Batı ve Doğu Avrupalı ve bütün kıtalardan kim bilir kaç “yabancı” Alman vatandaşlığına başvursalar da, kendi vatandaşlıklarını muhafaza edebiliyor ama Türkler, Roland Koch’un yürüttüğü popülist, kısmen de ırkçı kampanya nedeniyle kendi vatandaşlıklarından vazgeçmek zorunda; Almanya’da büyümüş ve vatandaşlığın bütün şartlarını gerçekleştirmiş olsalar bile. Bu eşitsiz muamele ayrımcıdır ve beni derinden öfkelendirmektedir.
Bir defasında Alman bir belediye başkanının bu vatandaşlığa geçme pratiğini kamuoyunun önünde nasıl haklı çıkardığına şahit oldum. Şöyle dedi: “İnsan sadece tek bir efendiye hizmet edebilir.” Kaiser Wilhelm zamanından kalma bir tutumdur bu: Yurttaşlar, devlete hizmet etmesi gereken itaatkâr bir tebaadır. Ayağa kalktım ve uyruğun pek çok kimlikten sadece bir tanesi olduğunu, iki kimlikle ve çok dilli büyüyen, vatanı ancak çoğulluğu içinde tanıyan insanların olduğunu, bir demokraside yaşadığımı ve pekâlâ hak ve yükümlülüklerim olduğunu, yine de hiçbir efendiye hizmet etmediğimi söyleyerek itiraz ettim. İlle birine hizmet edeceksem, –ayet varsa ve buna değer veriyorsa sevgili Yaradan’a hizmet etmeyi tercih ettiğimi, onun da kesinlikle Alman da Türk de olamayacağını belirttim. Uzun sözün kısası: Bütün kalbimle bu miadını doldurmuş vatandaşlık hukukunun en kısa zamanda değiştirilmesini diliyorum!
Almanya’nın bugün bu denli renkli, dünyaya açık bir ülke olmasından dolayı mutluyum. Sadece IG-Metall Düsseldorf-Neuss bölgemizde bile 74 ulustan üyemiz vardı ve bunlar etnik, dilsel veya dini azınlıklara mensuptu. Eşit haklara sahip meslektaşlar olarak çıkarlarımızı dayanışma ve eşitlik içinde daima birlikte temsil ettik. Bu çeşitlilik bizi politik açından güçlendirdi ve kültürel açıdan zenginleştirdi.
Bu çeşitliliği, her türlü ayrımcılık, damgalanma ve nesnel haksız eşitsizlikle mücadelede bir yükümlülük olarak algılıyorum. Bu nedenle Düsseldorf IG Metall’de sadece adil ücret ve daha iyi çalışma koşulları, iş güvencesi, iyi eğitim ve nitelikli iş yönünde mücadele verip işletmelerin kapanmasına ve toplu işten çıkarmalara direnmedik. Aynı zamanda her türlü ırkçılık, herhangi bir gruba yönelik düşmanlık ve paternalist vesayetle de mücadele ettik. Dolayısıyla ırkçılık karşıtı ve kültürlerarası inisiyatiflerin, birlik ve derneklerin kurulmasına katkıda bulunduk ve onları destekledik –ayrıca Auschwitz’e anma gezileri düzenledik.
Böylece göçmen işçilerin eşitliğine ve katılımına yönelik IG Metall’in 70’li ve 80’i yıllarda yürüttüğü kampanyalara bağlı kaldık. İkamet statüsünün sağlamlaştırılmasına ve özellikle de “Bir insan – bir oy. Seçme hakkı insan hakkıdır!” sloganıyla belediye seçimlerinde oy hakkına yönelik kampanyayı hatırlayalım.
Türkiye’den gelen göçmen işçilerin 60 yıl önce başlayan tarihi, daha iyi ücret ve insancıl çalışma koşullarına yönelik mücadelenin tarihi olduğu gibi, tanınma ve eşit katılım yönünde verilen mücadelenin de tarihidir aynı zamanda. Türk kökenli göçmen işçiler bu dayanışmacı mücadeleyi en başından beri sendikalarıyla ve meslektaşlarıyla birlikte yürüttü.
Bugün 500 binin üzerinde göçmen, IG Metall’de örgütlüdür, bunların 100 binden fazlası Türkiye kökenlidir. Zamanla süreklilik kazanan göçmenlerin sendika çalışmaları, on binlerce sendika görevlisi yaratarak sağlam bir temele oturdu. Onlar güvenilir sendikacılar olarak ücret politikaları, isveren ve isçiler arasındaki anlaşmazlıkların ve benzer sorunların çözümünde vazgeçilmez unsurladır.