Güney’e doğru indikçe daha Türkleşirdi babam ve daha bir Alman olurdu annem.
O zamanlar, 70’li yıllarda, henüz Yugoslavya’yı bir uçtan diğerine geçen bir otoban yoktu. Her sene, Almanya’da tatiller başladığında ve on binlerce aile Türkiye’ye gitmek üzere yola çıktığında, hiç bitmeyecek gibi görünen bir konvoy harekete geçerdi. Tek şerit yılankavi yollarda azap çekerdi otomobiller, deniz kıyısında ve yüksek dağlarda. Önündeki arabayı geçmek, büyük bir risk almak demekti, birbirinden korkunç kazalara şahit olurduk her sene. Yolun sağında solunda bu kazaların izlerini görürdük. Anavatana seyahat bir maceraydı ve yola çıkan herkes bu maceranın ne kadar tehlikeli olduğunu bilirdi.
Biz hiç acele etmezdik. Annem kanser geçirmişti, kırk kilo bile yoktu ve kendisini yormamalıydı. Bu yüzden biz, yolda iki ya da üç kere otellerde konaklama lüksünü bahşediyorduk kendimize.
Babam İzzet, 1963’te ekonomi okumak için Bonn Üniversitesi’ne gelmiş, annem Karin bu sırada üniversitede sekretermiş, birbirlerine âşık olmuş ve evlenmişler. O zaman için çok cesur bir karar. İki farkı ulustan insanların evlenmesi o dönemde nadir görülen bir durumdu ve genellikle bu tür evliliklerin başarısızlıkla sonuçlanması beklenirdi. Annemin ailesinde iki farklı fikir çatışıyordu. Anneannem tamamen annemin arkasında yer alırken annemin anneannesi Türkler konusunda uyarmış torunu olan annemi: Bu Türkler iyi insanlardı ama sinirlendirmeye gelmezlerdi, yoksa bıçağı çekiverirlerdi. Annemin kuzinlerinden biri, ki bu kadın, Nazilerin erkek çocuklar için kurduğu gençlik örgütü “Hitlerjugend’in” (Hitler Gençliği) kızlar için olanı “Bund Deutscher Mädel” (Alman Kızları Birliği) üyesiymiş vaktiyle, babamla aynı arabaya binmeyi bile reddetmiş.
Bütün bunların aklını karıştırmasına müsaade etmeyen annem için 60’lar yeni bir başlangıcın, büyük değişimin yıllarıydı. Gençliğinde Fransız ve Japon yaşıtlarıyla mektup arkadaşlıkları kurmuş, Almanya’nın bir köşesinden diğerini, bisikletle gezip görmüş, dünyanın farklı köşelerinden insanları tanımanın keyfini çıkarmış ve büyük aşkını da babamda bulmuştu.
Evet, yaz aylarında gerçekleşen büyük güney seferinde babam adeta canlanır, kendini aşardı. Avusturya, Yugoslavya, Bulgaristan, Türkiye. Geride bıraktığımız her kilometreyle daha bir enerjik, daha bir kendinden emin görünürdü. Almanya’da dikkatli ve sakıngan olan ve neredeyse fazlasıyla uyum sağlamış görünen babam artık kendi sularında olurdu. Gümrük memurlarıyla nasıl konuşulacağını; ne zaman ahbap çavuşluğun, ne zaman tevazunun, ne zaman gururun yerinde olacağını çok iyi bilirdi. Çok iyi bilirdi yolu yordamı, geleneksel Türk aile babası tavrına bürünüverirdi hemen.
Bu sırada annem önce usul usul, bir süre sonra da giderek daha yüksek perdeden şikâyet etmeye başlardı yolun zorluğundan. Hava çok sıcak, yol çok sıcaktı. Almanya’da genellikle ipleri elinde tutan oydu, şimdi ise daha çok seyirci konumuna geçmişti. Ben de bu arada arka koltukta oturur ve sessiz bir keyifle annemle babamın rollerini değişmelerini izlerdim.
Evet, yol zorluydu. Ama büyük bir hasret mekânına götürürdü bizi, Safranbolu’ya. Türkiye’deki ailemin yanında geçirdiğim yaz tatillerine bayılırdım. Safranbolu bir tür açıkhava müzesidir, UNESCO dünya kültür mirası listesindedir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde Türkiye taşrasının nasıl göründüğünü bize hissettiren az sayıdaki yerden birisidir. Neredeyse 700 sene boyunca, ticaret kervanları için İpek Yolu üzerinde bir kavşak noktasıymış Safranbolu. Özellikle çok değerli safranın ticareti yapılırmış burada. Eski şehir merkezindeki Rumlar tarafından yapılmış evlerin büyük bir bölümü neredeyse mükemmel aşmışlar zamanı. Bu evlerin zemin katları taş, üstündeki iki katları ahşap karkastır.
Babam şehrin kaderini yüzyıllardır belirleyen, şekillendiren ailelerden birinin çocuğuydu. Büyük büyükbabam okul müdürü, büyükbabam avukatmış, amcam belediye başkanı ve daha sonra Büyük Millet Meclisi’nde mebus. Aile varlıklıydı, geleneklere bağlıydı ve moderndi; çağdaş ve seküler Türkiye’nin kurucusu Atatürk’e bağlıydı.
Ben yedi yaşındayken babam askerlik hizmetini yaptı. Sınırsız aşkıyla annem, onunla beraber Safranbolu’ya göçmeye karar verdi. Benim için de masal gibi bir yıl başlamış oldu böylece. Dedemin ailesi için yaptırdığı konakta yaşamaya başladık. Ev işlerini gören bir kadın vardı, canımız ne çekerse onu pişiriyordu, beni okula bir şoför götürüyordu. Noel’de dedem bir çam ağacı koydu evin bir köşesine, biz de onu elmalarla süsledik.
Vaktiyle babamın da öğrencisi olduğu özel okulda ikinci sınıfa gidiyordum. Hayır, 68 kuşağından uzun saçlı öğretmenlerin ders verdiği yenilikçi okullardan değildi okulum. Askeri disiplin hâkimdi, önlük giymek zorundaydık. Öğrenciliğe yakışmayan şeyler yapanlar ellerini açar, vurulacak sopayı beklerdi. Ama bizimle şefkatle ilgilenen öğretmenlerimiz de vardı. Mesela hocam Mehpare Hanım Almanya’dan yeni gelen toy öğrenciyi kanatları altına aldı, hemen kız arkadaşlar buldum kendime ve hızla Türkçe öğrendim.
Aile içerisinde beni özellikle etkileyen babamın kuzini Hikmet Hala oldu. Eczacıydı, tam bir leydi, bir grande dame idi ama aynı zamanda bir çılgındı da. Birçok kereler boşanmış, dul kalmıştı. Alışılmışın dışındaki hayat stilini büyük bir özenle koruyor ve başkalarının hakkında düşündüklerine zerre kadar önem vermiyordu. Yeşil bir Mercedes kullanıyordu, yan koltukta gözünde güneş gözlükleri olan bir Alman çoban köpeğiyle hem de. Bahçesinde bir kütüphane inşa ettirmiş, arka bahçesine babasının zaten bir müzeden farksız eczanesinin küçük boyutlu bir kopyasını ve üstü bir çatıyla kaplı, köprüsü ve içinde kırmızı süs balıklarıyla havuzuyla eksiksiz, orijinal bir Japon taş bahçesi yaptırmıştı. 96 yaşına kadar, muhtemelen Türkiye’deki faal en yaşlı kadın eczacı olarak çalışmaya devam etmişti.
Safranbolu küçük bir şehirdi. Köylü kadınlar yoğurt getirirlerdi konağın kapısına. Sıklıkla bir grup kadın halka yapar otururdu bahçede ve hep beraber çalışırlardı. Kurutulmak üzere bamyaları ipe dizer, yumuşacık ve rengârenk yorganlar diker ya da 30, 40 kişilik akşam yemekleri için hazırlık yaparlardı. Devasa bakır kazanlarda mantı pişirirlerdi, baklava ve börek açarlardı. Önce ıslak ve sıcak birer bez verilirdi misafirlere geldiklerinde, sonra serinlemeleri için bir soğuk içecek, sonra tuzlu ve tatlıyla çay, ardından da kahve. Ben her zaman başköşede olurdum ve evin kızı olarak el üstünde tutulur övgülere boğulurdum.
Ama sonra huzursuzluk başladı. Babamla dedemin arasındaki anlaşmazlıklar giderek büyüdü. Yurt dışında geçirdiği senelerden sonra babam, babasının katı ve sert tavırlarına uzun süre dayanamadı ve askerlik hizmetinin kalanını Türk ordusunun Belçika’daki NATO birliklerinde şoför olarak tamamlamak üzere Avrupa’ya tayin edilmesini sağladı.
Masallardaki gibi geçen günlerim hızla sona ermişti. Ayrılmak zor geldi Safranbolu’dan. Wilhelmshaven’e döndük, ikinci el mobilyalarla döşenmiş daracık bir evde yaşamaya başladık. Gelirimiz annemin erken emeklilik parasıydı. Babam askerden 1974’te dönünce, işçiler arasında sosyal yardım çalışmaları yapan bir birlik olan Arbeiterwohlfahrt’ta sosyal danışman pozisyonunda çalışmaya başladı.
Benim için zor bir dönem oldu. O zaman tek başıma mücadele etmek zorunda kaldım. Türklerin, o dönemde, özellikle de Bremerhaven gibi bir işçi şehrinde, beş paralık itibarı yoktu. Kaba, köktendinci, hayvan gibi çalışan, eşlerini döven, kızlarını başlarını örtmeye zorlayan ve alaturka helalarda işlerini gören ilkel insanlar olarak kabul ediliyorlardı. Kültürsüzdüler ve umutsuz birer vakaydılar, en iyisi onları görmezden gelmekti.
Ve ben şimdi okulumda buna karşı çıkıyordum. Çünkü Türk kültürünün çeşitliliğini ve tarihini kendi gözlerimle görmüş, bizzat yaşamıştım. “Türkler” hakkında atıp tutmaya başladıklarında bunları anlatıyordum, ama kimse bana inanmıyordu. Kendimi sık sık aynı rolü sahnelerken buluyordum: Ben Türkiye’yi ve İslam’ı savunuyor, insanlara gerçekleri anlatmaya çalışıyordum ama etrafımdakiler bana tepki gösteriyorlardı: “Saçmalık! Yalan söylüyorsun!”
Diğerlerini gerçekten sinirlendiren şey, benim kültürel aidiyet hasebiyle eziklik hissetme yazgısını kabullenmememdi. Türktüm, kimsenin dilinin dönmediği bir ismim vardı ve şimdi, başımı eğip bana biçilen dışlanmış ezik rolünü kabullenmek yerine, kendimden emin bir tavırla ortaya çıkıyor birtakım masallar anlatıyordum. Bu nasıl bir küstahlıktı!
O zamanları hatırladığımda hemen şu sahne aklıma geliyor: Kızlar hep beraber okulun bahçesinde toplanmışlar, onlara doğru yaklaştığımda, hemen safları sıklaştırıyor, bana sırtlarını dönüp omuz omuza durmaya başlıyor, beni kelimenin tam anlamıyla dışlıyorlar. Bu korkunç bir duyguydu. “En iyi” arkadaşım bile katılmıştı bu harekete. Öğleden sonraları sadık bir arkadaştı, sabahlarıysa beni tamamen reddediyordu.
Sınıf öğretmenimin bana yardım etmek için, pedagojik olarak tamamen yararsız bir denemesi de şöyle yaşandı: Bize sandalyelerle bir çember yaptırdı, çemberin ortasında ben olacaktım ve bütün öğrenciler benim hakkımda düşündüklerini söyleyecekti. Bir kere daha duymak zorunda kalmıştım bütün o nahoş şeyleri: “Yalan söylüyor. Hayal kuruyor. Türkiye’yle ilgili doğru olmayan şeyler anlatıyor. Şişkonun teki. Hiç sportif değil. Çok burnu havada.”
Bu benim için okul zamanımın anahtar hadiselerinden biriydi, bugün anlatmakta zorluk çekmiyorum ama uzun süre benim için ağır bir yüktü. Sınıf öğretmenimin yıllar sonra bir sınıf toplantısında görüştüğümüzde, anlayışlı davranarak vaktiyle yaptığı pedagojik ve yöntemsel hata için özür dilemesi benim bu hadiseyle sorunumu çözmeme katkı sağladı.
Bremerhaven’de güzel günler yaşamamıştım.
Ama bir sonraki yazın hayali bile içimi ısıtmaya, neşemi yerine getirmeye yetiyordu. Neredeyse yaşıtım iki Alman kuzinimle Wilhelmshaven’de yaptığımız gezilere bayılıyordum, Kuzey Denizi’nde yüzmeye de, böğürtlen toplamaya da, kara mürver şurubu yapmaya ve uyuyana kadar laklak etmeye de. Harika bir aile ilişkimiz vardı, bir defasında benimle beraber Türkiye’ye bile gelmişlerdi.
Babam, sosyal danışmandı ama aynı zamanda tersanelerde, balık işleme fabrikalarında ve temizlik hizmetlerinde çalışan ve genellikle duvarları küflü, karanlık ve havasız, perişan evlerde yaşamak mecburiyetinde olan aşağı yukarı beş bin Türk’ün bir tür belediye başkanı gibiydi. Her şeyle ilgilenmesi gerekiyordu: İşsizlik ve emeklilik sigortalarından kazalar ve psikoterapiye, jinekolog ziyaretinde tercümanlıktan çocuk yuvasında yer ayarlamaya… her konuyla.
Onun insanlara itinayla yaklaşımı son derece rağbet gören bir değerdi. Evimizde her an telefon çalabilirdi. Alışveriş yapmaya gittiğimizde muhakkak birkaç akıl sorana denk geliyorduk, resmi makamlardan gelen bir yazıyı sanki tesadüfmüş gibi çıkarıveriyorlardı ceplerinden ve kesinlikle soracak bir şeyleri oluyordu. Çocukluk yaşlarındaki ben, sinirleniyordum, bunlar hep utanç verici şeylerdi benim için. Babamın sokakta benimle Türkçe konuşmasını kesinlikle istemiyordum. Okulda ne kadar Türkiye’yi savunuyorsam, okul dışında da o kadar göze batmamayı istiyordum.
Babam kendini Almanya’ya çok bağlı hissediyordu ve hiçbir zaman fazlasıyla konformist bir misafir rolünün ötesine geçemedi. Onu kıracak çok şey yaşadı. Arbeiterwohlfahrt’tan sonra bir şirketin personel bölümünde çalışmaya başladı, yani yeni adıyla insan kaynaklarında. Sarsılmış bir halde eve gelip firmada çalışan bir işçinin onu personel bölümünün yöneticilerinden biri olarak kabullenmeyi, “Bir Türk tarafından işe alınmayı kabul etmemi beklemiyorlar herhalde” diyerek reddettiğini anlattığı günü unutamam.
Abitur yaptıktan sonra Türkoloji okumak için Hamburg’a gittim, okul yıllarımda Türkçe o kadar değersizleştirilmeye çalışılmıştı ki buna karşı bir şey yapmak zorunda hissettim kendimi. Bu değeri korumak, anlamak, kavramak ve köklerimi aramak istiyordum. İlk günden coşkuyla başladım üniversiteye. Hamburg renkli ve dünyaya açık bir şehirdi, üniversite eğitimim gerçek bir aydınlanma oldu. Benimle benzer deneyimler yaşamış, iki farklı ulustan ebeveyni olan ve şimdi kendi yollarını arayan birçok öğrenciyle tanıştım.
Bir grup kurduk ve düzenlemesini kendimizin yaptığı Türk folk-pop şarkıları çaldık. Grubun solisti bendim. Knust gibi lokallerde, enternasyonal üniversite öğrencilerinin buluştuğu AKA – Club’de ve çeşitli fakültelerin ve bilim dallarının partilerinde sahneye çıktık. Ilık yaz gecelerinde, Außenalster’in kıyısında sabahın ilk saatlerine kadar oturuyor, şarap, gitar ve özgürlüğün tadını çıkartıyorduk. Bremerhaven nihayet çok uzaklarda kalmıştı.
Türkoloji diplomasıyla ne iş yapılır? Müzelerde rehberlik, okuma-yazma kursları, tercümeler. İş Kurumu’ndaki adam böyle sıra dışı, alışılmamış bir dalda eğitimini tamamlamış bir genç kadın için fazla perspektif göremiyordu. Hiç beklenmedik şekilde, tamamen tesadüfen Essen’deki Türkiye Araştırmaları Merkezi’nde belirli bir süreliğine bir pozisyon buldum, kısa süre sonra da kadrolu oldum. Tarihler 1991’i gösteriyordu, aşırı sağcı saldırılar dönemi başlamıştı, bilgi ve diyalog ihtiyacı muazzam boyutlardaydı. Çok geçmeden kendimi Batı ve Doğu Almanya’nın önemli platformlarında, göç toplumu üzerine tartışırken buldum. Bu süreçte beni en çok rahatsız eden sıklıkla bir bilim kadını değil de Türklerin temsilcisi olarak görülüyor olmamdı. Ben bir uzman olarak görüşümü ifade etmek istiyordum ama bir mağdur olarak algılanıyordum. Bu durum her seferinde manen yoruyordu beni.
1999’da doktoramı tamamladım. Pedagoji eğitimi gören Türk kökenli ve Müslüman kız öğrencilere dini ve ahlaki değerleri, eğitim ve örtünmeyle ilgili tasavvurlarını sormuştum ve diğer bir sürü tespitin yanında şunu da görmüştüm: Başlarını örtenler bunu birbirinden son derece farklı nedenlerle yapıyordu. Kimi bu şekilde etnik kökenini vurgulamaya çalışıyordu, kimi bunu kimliğinin bir işareti ya da ayrımcılığa karşı bir tavır olarak görüyordu. Başörtüsü, kimi zaman aydınlanmacı bir İslam’ın simgesiydi, kimi zaman da tam tersi, muhafazakâr değerleri ve geleneksel bir rol modelini temsil ediyordu
2003’te Almanya Anayasa Mahkemesi için bilirkişilik yapmam istendi. Yeni öğretmen olmuş Fereshda Ludin, Baden-Württemberg eyaletinde öğretmenlerin başörtüsü takmasını yasaklayan kanuna karşı dava açmıştı. Bundan önceki çalışmalarımdan çok iyi biliyordum bu ufak bez parçasının çok çok fazla anlamı olabileceğini ve münferit vakanın ele alınması yolunda görüş bildirdim. Anayasa Mahkemesi yargıçlarının çoğunluğu bu bakış açısını uygun buldu. Ama başörtüsünün merkezine oturduğu tartışma dallanıp budaklandı ve yıllarca devam etti ve ancak 2015’te Almanya Anayasa Mahkemesi’nin sadece başörtüsünün yasaklanmasını hedefleyen kanunların anayasaya uygun olmadığına karar vermesiyle sona erdi.
2006’da kendimi yeniden yazılı basının manşetlerinde buldum. Gazeteci yazar Mark Terkessidis ve 60 başka imzacıyla beraber, Zeit gazetesinde kamuya açık bir mektup yayınladık. O sıralarda Necla Kelek’in yazdığı Die fremde Braut (Yabancı Gelin) çok satanlar listesindeydi. Kelek, bu kitapta kendi aile hikâyesiyle bağlantılı olarak, “ithal gelinlerin” entegrasyon için bir engel oluşturduklarını anlatıyor ve bu durumu eleştiriyordu. Biz buna karşı çıktık ve Kelek’in kitabını “kendi yaşadıklarını ve münferit hadiseleri toplumsal bir sorun olacak şekilde şişirdiği bir sansasyon kitapçığı” olarak gördüğümüzü ifade ettik.
Bu, feminist Alice Schwarzer’in hiç hoşuna gitmedi. Basındaki ilişkiler ağını kullanarak planlı bir aksiyon başlattı. Ve bir sabah kalktım, hem FAZ gazetesinde hem de Emma dergisinde, “bilimsel tarafsızlıktan çok çok uzak ve Almanya’daki İslamcı çevrelerle çok çok sıkı bağlantılar içinde” olduğumu öğrendim. Evet, ne denir…
2013’te Sigmar Gabriel ilişkiye geçti benimle ve “SPD şansölye adayı Peer Steinbrück’ün uzmanlar ekibine katılmayı düşünür müsün?” diye sordu. Ekip bir tür gölge kabine gibi işleyecekti ve ben eğitim ve bilim alanından sorumlu olacaktım. “Evet, bunu yapmayı isterim” oldu cevabım. Böylelikle hayatımda ilk kez bir seçim çalışmasına katıldım. Siyaset ve bilimin ne kadar farklı düşünüp işlediğini öğrendim. Eğitim ve Bilim Bakanı olarak Alman göç toplumunun şekillendirilmesine katkıda bulunmayı ne kadar çok isterdim, ama bilindiği gibi Peer Steinbrück seçimi kazanamadı.
Düşüncelerim bugün bile sık sık Safranbolu’da oluyor ama artık çocukluğumdan tanıdığım çok az kişi yaşıyor orada. Hayatımın merkezinin Almanya olmasına karar vermiş olsam da Türkiye’yle derin bağım sürüyor. En azından eşim Ferit ve çocuklarımız Alara ve Sinan’la beraber yaz aylarını onun şehri İstanbul’da ve Ege kıyılarında geçiriyoruz. Deniz ortak tutkumuz.
Eskiden olduğu gibi bugün de, ülkeler ve insanları arasında bir köprü işlevi gördüğüme inanıyorum. Halbuki öncelikle gerek burada gerekse oradaki siyasi gelişmeler benim aidiyet duygumu çok defa sarstı. Almanya’da bu, bir göç ülkesi olmanın uzun süre ısrarla ve ürkütücü şekilde reddedilmesi ve ırkçılığa karşı gözlerin kapatılmasıydı. Türkiye’yle ilgili olarak da dost çevremin ve akrabalarımın özlemini paylaşıyorum: Bütün vatandaşlar için demokrasi ve özgürlük mutlaka bir gün mümkün olacak ve umarım biz de göreceğiz bunu.