Dilek Gürsoy

“Az şeye sahiptik. Ama yine de hiçbir eksiğimiz yoktu.”

Annesi okuma yazma bilmiyordu ve 47 yıl boyunca bir oto tedarikçisinin montaj hattında çalışmak durumundaydı. Kızı önce parlak bir Abitur yaptı, sonra da parlak bir kalp cerrahı oldu. Dilek Gürsoy bugün Avrupa’nın önde gelen yapay kalp uzmanlarından biri.

Dilek Gürsoy, 6 Aralık 1976 Neuss doğumlu kalp cerrahıdır ve mekanik kan dolaşımı destek sistemleri ve yapay kalpler alanında uzmandır. Düsseldorf’daki Clinic Bel Etage’ın kalp cerrahisi başhekimidir ve kendi özel muayenehanesi vardır. Ulusal ve uluslararası düzeyde yapay kalp sistemlerinin geliştirilmesine cerrah ve danışman olarak yıllardır katkıda bulunmaktadır. Kadın ve eğitim ağlarında yazarlık ve mentorluk yapmaktadır ve hem Kuzey Ren-Vestfalya eyaleti hem de federal hükümet kampanyalarında öne çıkan bir isimdir. 2019’da German Medical Club tarafından yılın doktoru seçildi. Vizyon ve misyonu: Almanya’da bir yapay kalp merkezinin kurulması.

Babam öldüğünde on yaşındaydım. O gün kendini iyi hissetmiyordu. Göğsündeki ağrıdan yakınıyor ve elini sürekli kalp bölgesine götürüyordu. Akşam saatlerinde hep birlikte hastaneye gittik, abim Fikri, annem ve ben.

Acil serviste beklemeye başlamıştık. İçeriye giren bir hekim babama seslendi. Bir süre sonra yanında babamla birlikte görüşme odasından çıktı ve bize her şeyin yolunda olduğunu, babama bir iğne yaptığını ve iyi olacağını söyledi.

Ama babam iyiye gitmiyordu. Evde yatağın kenarına oturduğunda tedirgindi ve korkuyordu. Ona yakın olmak istiyordum, bir bardak çay getirdim ve onu okşadım. Sonra herkes yattı. İki odalı bir evde oturuyorduk, abim oturma odasındaki bir çekyatta yatıyordu, ben de yatakta annemle babamın arasında.

Gece yarısına doğru Fikri bizi uyandırdı. Babamın yüksek sesle inlediğini duymuştu. Uyku sersemi, annemin köşedeki akrabalardan yardım istemek için evin kapısına koştuğunu gördüm.

Oturma odasındaki abimin hıçkırarak ağladığını duyuyordum. Babamla baş başaydım. Huzurlu bir şekilde yatıyordu yanımda. Gıdım gıdım ilerleyerek yanına yaklaştım. Uyuyor gibiydi. Gözleri kapalıydı. Ona doğru eğilip hâlâ sıcak olan alnını öptüm. Sonra alçak sesle onu sevdiğimi söyledim. Yoksa sözler sadece aklımdan mı geçmişti, bilmiyorum.

Annem kuzenlerimden biriyle koşarak yanımıza geldi. Kuzenim babamın nabzını kontrol etti ve kalbini dinledi. Tık yok. Boş bakışlarla, “Ölmüş” dedi. Annem şoktaydı. Dolaptan tığ işi iki örtü çıkardı, biriyle babamın başını ve çenesini, diğeriyle ayaklarını bağladı.

Eve önce iki polis eşliğinde bir ambulans doktoru geldi, sonra cenaze görevlileri. Babamı götürmek üzere hazırlık yaparlarken biz oturma odasına çağrıldık ve kapı kapandı. Sersemlemiş bir halde orada oturup öylece bekledik. Koridorda sesler duyunca ayağa fırladım, babamı bir kez daha görmek istiyordum. Kapıya atıldım ama dışarıdan açılmasını engellediler. Bütün gücümle kapıya asılıyordum ve aralıktan babamın gri bir kefene sarılmış halde sedyeyle nasıl dışarıya taşındığını son anda görebildim. Bu kadardı. Gitmişti o. Hayatımdan çıkmıştı.

Babama otopsi yapıldığında, hiçbir hekimin dikkatini çekmeyen bir kalp kapakçığı sorunu olduğu ortaya çıkmıştı. Bugün rahatlıkla kurtarılabilirdi. Onu ben kurtarabilirdim.

Yastaydım. Tüm bedenimle ardında bıraktığı boşluğu hissediyordum. Boşluk canını yakıyordu insanın. Bana hediye ettiği eşyalardan ayrılamıyordum, özellikle de Gymnasium’a başladığımda benim için eskiden satın almış olduğu kahverengi deri okul çantasından. Öyle gurur duyardı ki benimle. Çanta bana her gün onu hatırlatıyordu.

Onun ölümünden sonra aile yaşamımız değişmişti. Annem biz çocuklarıyla birlikte tek başına hayatın üstesinden gelmek zorundaydı artık. Faturaları ödeyebilmek için montaj hattında geçirdiği saat sayısını artırmıştı. 07’den 16’ya kadar evde değildi artık.

Ben de artık sorumluluk üstlenmek zorundaydım. Devlet dairelerinden veya başka yerlerden ailemize gelen ve evde uçuşan mektuplarla ilgileniyordum. Okuldan geldiğimde mektup kutusundaki postayı alıyor, hepsini baştan sona okuyup elimden geldiğince yanıtlıyordum. Annem işin içinden çıkamadığım karmaşık mektupları alıp çalıştığı firmanın sekreterlerine götürüyordu.

Az şeye sahiptik. Ama yine de hiçbir eksiğimiz yoktu. Oturma odasında bir sürü tığ işi ve parıldayan kristal bardaklarla dekore edilmiş büyük bir dolap vardı. Tam tipik Türk tarzı. Yeşil koltuk takımımızı yol kenarında bulmuştuk. Bu takım diğer büyük atıkların yanında duruyor ve taşınmayı bekliyordu. Gelgelelim biz daha hızlı davranıp bu hoş parçayı her bir metrede kan ter içinde kalarak eve sürüklemiştik.

Annem elinden geldiğince bakıyordu bize. Biz sadece okula yoğunlaşmalıydık. Yorgun argın işten geldiğinde ortalığı topluyor, temizlik ve alışveriş yapıyor, yemek pişiriyor, ertesi günkü beslenme saati için yiyeceklerimizi hazırlıyordu; hiç söylenmeden. Daha sonra bana bir defasında, “İşten geldiğimde zaten o kadar bitkin oluyordum ki, evde de çalışmaya devam etsem ne olurdu, etmesem ne olurdu” demişti.

Kardeşlerini okula gönderdikleri halde evin en büyük kızı olan annemi göndermemişler. Erkek ve kız kardeşleri okuldayken o temizlik yapmak, çamaşır yıkamak, yemek pişirmek zorunda kalmış. Okuma yazma bilmiyor ve bir hizmetçi gibi yaşıyor.

Annem, Türkiye’de kayıt memuru olan babamla evlenmekle ailevi boyunduruktan kurtulacağını ummuş ama umduğunu bulamamış. Babam Almanya’ya önden, 1969’da gitmiş ve annem o esnada hamiledir. Dünyaya gelen erkek çocuk kısa bir süre sonra çok hastalanmış. O sırada annemin en büyük özlemi köyde bir hekim olmasıdır; daha doğrusu ailede bir hekim olması. Fikret daha on aylıkken ölmüş.

Annem iki yıl sonra nihayet Neuss’a vardığında, tek başınadır. İkinci çocuğu Korkmaz’ı anne ve babasının himayesine bırakıyor ama o da daha dört yaşında bile değilken ağzında kötü huylu bir tümör çıkmış ve ölmüş.

Annem Almanya’da nihayet bağımsızlaşmak istiyor, ne pahasına olursa olsun, dolayısıyla hemen iş aramaya başlamış ve bulmuş, Pierburg’da, Neuss’daki bir oto tedarikçisinde. Emekli olana kadar oradaki montaj hattında çalıştı, 47 yıl boyunca, karbüratör ve oto yedek parçası üretmek için. Ve annem ve babam, ortak kazançlarıya ilk kez kendi evlerine taşınabiliyorlar. En nihayet annem, kimsenin hizmetçisi değildir artık.

Ne var ki kaderin silleleri onda iz bırakmıştı haliyle. Bir depresyon geliştirmişti. Bugün böyle denebilir buna. O sırada, 70’li yıllarda hastalık bu şekilde bilinmiyor ve uzmanlar tarafından tedavi edilmiyordu. Annem tekrar tekrar hastaneye gitmek zorunda kalacak kadar kendini kötü hissediyordu. İşte ben de bu hastane ziyaretlerinde vermiştim kararımı: Hekim olmak istiyordum.

Hastaneler hoşuma gidiyordu. Hemşirelerin sergilediği özveriyi hissediyordum. Hekimlerin gıcır gıcır koridorlarda özgüven ve heybetle yürümesine hayrandım. Dezenfektanların kokusunu içime çekiyor ve beyaz önlüklere bakmaktan zevk alıyordum. Şimdi de ne zaman önlüğümü giysem, bir anlığına bu sıcak, güzel duyguyu bugün de yaşarım hâlâ. Sevgi diyelim buna.

Abim Ünal 1972 doğumludur, Türkiye’de büyüdü o. Diğer abim Fikri 1975, ben 1976 doğumluyuz. İki yıl sonra evimiz yanıp kül oldu. Babam, biz çocuklarla birlikte yalnız evdeydi ve uyukluyordu ama tam zamanında uyanıp bizi güvenli bir şekilde dışarıya çıkarabildi. Sigortalı değildik elbette, bilirkişi şu tuhaf sonuca varmıştı: Biri ütüyü açık unutmuş olmalıydı. Neyse ki iyi bir avukatımız vardı. Avukatın en iyi savunması: Bir Türk erkeği ütü yapmaz.

İlk yıllarda annemin çocuk yuvası diye bir şeyden haberi yoktu ve birtakım akrabalara bize bakmaları için yalvarıp yakarmak zorunda kalıyordu. Ben bir buçuk yaşındayken, bir iş arkadaşından hemen bizim evin köşesinde bir çocuk yuvası olduğunu duymuş. İşte Bisping çifti o zaman girdi hayatıma.

Her ikisi de savaş öncesi kuşağın lise öğretmenleriydi ama artık çocuk yuvasının yöneticiliğini yapıyorlardı; sert, kusursuz ve özenli bir tutumla. Birdenbire bizimle ilgilenen, eğitimimizi önemseyen, dilimizi ve telaffuzumuzu düzelten biri girmişti hayatımıza. Frau Bisping’in masasında oturup enerjik eliyle nasıl bir şeyler yazdığı bugün bile gözümün önündedir hâlâ. Parmak uçlarımın üstünde yükselip masanın kenarından bakar, eli ve tuttuğu tükenmez kalem gözüme kocaman görünür ve kâğıdın o anda yırtılacağını düşünürdüm; öylesine bastırırdı sayfaya.

Herr Bisping’in, babamın ölümünden sonra eşine, bundan böyle Gürsoy’ların evindeki erkek rolünü üstlenmek niyetini dile getirdiğini bugün biliyorum artık. Böylece biz iki çocuk için bakım masraflarını derhal 120 Mark’tan 12 Mark’a indirmişti.

Gymnasium’a gitmiş olmamı da Herr Bisping’e borçluyum. Gözü hep üstümdeydi ve ilkokul benim için Gymnasium tavsiyesinde bulunmadığında, meseleye tamamen kişisel olarak el atmışt, bir Gymnasium müdüründen randevu almış ve ona benim mutlaka bu okula gitmem gerektiğini izah etmişti. “Kız Gymnasium için gereken her şeye sahip, ona bu şans verilmezse rezalet olur bu!” demiş ve “Doktor olmak istiyor o” diye eklemeyi de ihmal etmemişti.

Ne zaman Bisping’leri düşünsem, bugün bile gözlerim yaşarır hâlâ. Bana olan inançlarından hiç vazgeçmediler. Hekim olacağıma inandılar. Bana kapıları açtılar. Bana bahşettikleri sıkı erken çocukluk eğitimi yaşam yolumdaki engebeleri kaldırdı. Düzen, temizlik ve disiplin gibi çok önemsedikleri yüksek değerleri biz çocuklara öyle ikna edici bir biçimde aktardılar ki, bunlar içimize işledi. İlk kuşak misafir işçi çocuklarının birçoğu Almanya’da bu fırsattan mahrum kalmıştır!

Alman yanımın, Alman kimliğimin ana hatlarını Bisping’lere borçluyum. Bugün olduğum kişinin, Neusslu Dilek Gürsoy’un temelini onlar attı.

Annem Almanya’da da okuma yazma öğrenmedi. Ama yine de kendi kuşağının birçok Türk kadınından farklı olarak yeni ülkeye açıktı. Birkaç yıl önce ona bunun nedenini sordum. Yanıtı şöyle oldu: Almanya’yı hiçbir zaman geçtiği bir yolculuk durağı olarak değil, tam tersine yeni vatanı olarak gördüğünü, Almanların başlangıçta kendisine yabancı gelse de, bunun sadece onlara yaklaşmasına, onlarla konuşmasına ve kimi zaman da onlardan tavsiye ve yardım istemesine kadar sürdüğünü, onu sevecenlikle içlerine aldıklarını, Neussluların onu olduğu gibi kabul edip saygı gösterdiğini, her ricada bulunduğunda onlardan yardım gördüğünü, öte yandan yardım istemenin de yapılması gereken bir şey olduğunu söyledi. Bunu yapabiliyordu annem. Her zaman sağlıklı bir gururu vardır ve onun gururuna el sürmemek gerekir, tıpkı onun da kimseninkine el sürmediği gibi.

Evet, cesur bir kadındı o. 1973’te çalıştığı firmadaki bir anlaşmazlık, tarihe “Pierburg kadın grevi” olarak geçmiştir. 3 bin 800 çalışanın üçte ikisinden fazlası misafir işçi, Yunan ve İtalyan, Yugoslav ve Türk kadınlarıydı ve kendi “hafif ücret grupları”nda erkeklere göre kazançları belirgin ölçüde düşüktü. Talepleri şuydu: ücret grubunun lağvedilmesi ve herkes için bir Mark fazla ücret.

Grev bir ay sürmüştü ve annem de onların arasındaydı. Kalifiye Alman işçiler de firma yönetiminin grevcilere kulak vermemesine isyan ettiklerinde, anlaşmazlık yeni bir kavşağa girdi ve sonunda başarılı oldu. Pierburg kadın grevi, adil ücret mücadelesi için Almanya’daki birçok kadın işçiye ilham vermişti.

İnsan şunu düşünmeden edemiyor: Annem sadece kendisine verilen ev kadını ve anne rolünden sıyrılmak ve çalışmaya başlamakla kalmamış, aynı zamanda kadının eşit haklara sahip olması için ağzını açıp konuşmaya da başlamıştı; üstelik yüksek sesle. Sokakta ve kamusal alanda. Özgürleşme derim ben buna. Annem, düşüncelerini özgürce dile getirme, yaşam koşullarının biçimlendirilmesine katkıda bulunma ve her şeyi kader olarak kabul etmeme hakkını kazanmıştı. Bu yüzden seviyorum annemi.

Kendimi tepeden tırnağa Neusslu hissediyorum. Küçüklüğümden beri beni şekillendirmiş olan geleneksel Hıristiyanlık değerleri, annemin ve babamın kendi vatanlarındaki dini kültürden getirip bana sundukları değerlerle uyum içindeydi.

Kendimi hiçbir zaman bir göçmen olarak görmedim. Ben Neuss’lu Dilek Gürsoy’um; ne daha fazla ne daha az. Pek çok misafir işçi çocuğunun bu dönemi benden daha farklı yaşadığını biliyorum. Ancak Türk köklerim, dış görünüşüm, koyu renk saçlarım ve gözlerim veya kalın kaşlarım yüzünden başka çocuklardan farklı ya da daha kötü muamele gördüğümü bizzat hatırlayamıyorum ben.

Yanlış anlaşılmamalı, ben de başka çocukların oyunlarına katılmak, onların arasına girmek istedim, kabul görmeyince de kavgaya bile tutuştum. Bu da bir gerçek tabii. Yine de kimse annemin ve babamın Türk olmasıyla ilgilenmiyordu. Çocukken kökenimden dolayı ayrımcılık da dışlanma da hissetmemiş olmamı, tam tersine bugüne kadar kendimi Neuss’lu, bu şehirde doğmuş olmam sayesinde tepeden tırnağa Neuss’lu saymam bir yana, bu hissiyatımı aynı zamanda benim gözümde çok özel bir tarzı olan Neuss’lu insanların hanesine de yazıyorum. Neuss’da dürüstlük, doğruluk, insan sevgisi gibi Hıristiyanlığın beni şekillendiren geleneksel değerleriyle büyüdüm ve bunlar annemin ve babamın kendi vatanlarındaki dini kültürden getirip bana sundukları değerlerle uyum içindeydi.

Abitur’dan sonra Düsseldorf’ta Heinrich Heine Üniversitesi tıp bölümüne kaydoldum, bunun bir nedeni de annemle birlikte oturmaya devam edebilmekti. Her gün Düsseldorf ve Neuss arasında mekik dokuyordum.

Kalp cerrahı olmaya üniversitenin daha ilk yıllarında karar vermiştim. Hayatımda ilk kez bir kalp ameliyatını izlediğimde içimi bir huzur kaplamıştı. Operatörler sükûnet içinde tamamen işlerine yoğunlaşmıştı, telaştan eser yoktu. Neşteri yerleştirip hastanın kalp bölgesine ilk kesiği atmaları neredeyse zarif bir görüntü sergiliyordu. Kalp cerrahlarının işlerini temizlik, disiplin ve düzen içinde yapmaları hoşuma gidiyordu.

Bu alanda pek fazla kadın yoktur. Bugüne kadar erkeklerin baskın olduğu bir ihtisas alanıdır bu. Pek çok nedenden dolayı; aşağıdaki ameliyathanelerde esen sert rüzgâr yüzünden de. Bu beni durduramazdı. Kalp cerrahı olacağım kesindi. Böylece staj yapacağım yıla geçtim.

Öğrendiklerimi büyük bir istekle içime çekiyordum. Hızla daha iyi olma sürecindeydim ve daha özgüvenli. Herkesin hoşlandığı bir durum değildi bu. Hatta asabi başhekimlerden biri bir defasında beni ameliyathaneden bile atmak istedi. Suçum, operasyon esnasında kadın anestezistle flört ettiği için onu ameliyata yoğunlaşmaya davet etmemdi. Bunun üzerine ameliyathaneden kovdu. Bense itirazımı bir kez daha dile getirdim: Ameliyat maskesinin ardından ona, hastaya karşı sorumluluğumu müdahalenin sonuna kadar yerine getireceğimi söyledim. Bunu kabul etmek zorunda kaldı –üstelik bir öğrencinin itirazını.

Üniversiteyi bitirdikten sonra Bad Oeynhausen’da Profesör Paul-Reiner Körfer tarafından yönetilen bir kalp kliniğinde asistan doktor olarak çalışmaya başladım. Paul-Reiner Körfer bundan önce kalp cerrahı ve profesör olarak Düsseldorf üniversite kliniğinde bulunmuş, aradan geçen zamanda uluslararası bir ün kazanmıştı. Bir ameliyat hemşiresi beni kendisine tavsiye edince kendimi ona tanıttım ve işe alındım. Yeniden kuyruğa girip sıramın gelmesini beklemeye başladım: Birkaç yıl sonra onun sağ koluydum; kalp cerrahisinde ülkenin önde gelen kliniği olan Kuzey Ren-Vestfalya Kalp ve Diyabet Merkezi’nde Almanya’nın en iyi kalp cerrahının sağ kolu. Hedefe ulaşmıştım.

Profesör Körfer’in elleri büyüktü. O eller ameliyatlar esnasında özenli, esnek ve yumuşaktı. Yaptığı işi asla büyük bir gösteri haline getirmiyordu. Her bir hamlesi yerli yerindeydi. İlerleme süreci hızlı olduğu halde, yavaşmış etkisi bırakıyordu. Alıştırma ve tecrübeyle edinilmişti bu. Süreç her zaman son derece basit görünüyordu. Ameliyat esnasında hiçbir zaman telaşa yer vermiyordu. Dinginliği önemsiyordu. Bugün yapabildiklerimi ondan öğrendim.

Bana sık sık, karşımda doğrudan hastalarımın kalbini atarken gördüğümde ne hissettiğim sorulur. Huşu duyarım. Çarpan bir kalp hayat demektir, duran bir kalpse ölüm. Vücudumuzun motoru kalbe baktığımda onun şimdiye kadar nasıl olduğunu ilk bakışta söyleyebilirim. Sağlıklı pompalayıp pompalamadığını, sağlıksız büyüyüp büyümediğini, renginin değişip değişmediğini, yağlanıp yağlanmadığını, enfarktüsler nedeniyle yara dokusu gösterip göstermediğini veya koroner arterlerde kireçlenme belirtisi olup olmadığını... Bazen kalbi göğüs kafesinden çıkarıp elde tutmak gerekir. O zaman bir insanın hayatı benim ellerimdedir. Bana hayatını teslim etmiştir o insan. Bu güveni haklı çıkarmam gerekiyordur.

Ameliyathanede sakinliğimi muhafaza ederim. Operasyon başlamadan önce, belirlenmiş bir ritüeli izlerim. Süreç hijyenle başlar. Saçlarımı ameliyat başlığının altında toplamadan önce küpelerimi çıkarırım. Gün içinde kırık oluşturup ameliyat noktasına düşebileceği için rimel kullanmam. Tırnaklarımı kısa tutarım ve oje sürmem.

Her şey hazır olduğunda yıkanmaya giderim. Ellerimi ve dirseklerime kadar kollarımı sabunlarım, sabunun etkisini bekledikten sonra durular, kurulanırım. Nem kalıntısının, ellerime ve dirseklerime kadar kollarıma beş dakika boyunca ovalayarak uyguladığım sterilyumu sulandırmaması için cilt birkaç dakika iyice kurulanmalıdır. Sterilyum bakteriler, maya mantarları ve SARSCoV-2 gibi zarflı virüslere karşı saatlerce süren etkisi cerrahide kanıtlanmış bir dezenfektandır.

Sonra tekrar içeri geçerim. Steril ameliyat hemşiresi beni steril olarak giydirdikten sonra hastaya yönelirim ve göğsünü dezenfektanla ovalarım. Saygılı, yumuşak, sistematik: Çeneden başlar ve önce orta kısmı, sonra yanları yıkarım. Ovalama sürecinde yanlardan ortaya dönmem. Böyle öğretildi bana. Enfeksiyon riski sadece bu şekilde en aza indirilir.

Sonunda hastanın üstü steril, mavi bezle örtülür. Görüş alanımda artık sadece ameliyat bölgesi vardır. Bir gün önce hastayla tanışır, operasyondan sonra da onu odasında ziyaret ederim. Ama ameliyat esnasında üstünün örtülmesi hastayı herhangi biri haline getirir. Ameliyat artık bir zanaattır, belki de aynı zamanda sanat; her halükârda her türlü bağdan azade nesnel bir süreç.

Pek çok kişi bana, operasyon saatlerce sürdüğünde ameliyathanede ne konuştuğumuzu sormuştur. Benimle birlikte en çok futbol konuşulur. Borussia Mönchengladbach’ın hayranı olduğumdan bu yana futbol izlemeyi seviyorum. 2011’de kulüp üyesi oldum ve çoktandır Borussia-Park stadyumu kartım var. Hafta başında maçları değerlendirirdik ve saatlerce konuşacak konumuz olurdu.

2010’dan bu yana cerrah olarak yeni yapay kalp sistemlerinin geliştirilmesi sürecine katılıyorum. Burada da yine Profesör Körfer ve Aachen’daki bir firmayla çalışıyorum. Yapay kalp takmak karmaşık bir iştir. Avrupa’da bu operasyonu yapmış olan ilk kadın benim. Birçok sanayi ülkesinde olduğu gibi Almanya’da da organ eksikliği sıkıntısı çekiliyor. Pek çok hasta kalp bağışı beklerken ölüyor. Yapay kalp araştırmasının amacı, kalp naklinin yerine geçmesi.

Şu anda klinik olarak onaylanmış iki yapay kalp modeli bulunuyor, bunlardan biri ABD kökenli ve on yıllar önce geliştirilmiş bir model. Bu, pnömatik olarak yani hava basıncıyla çalıştırılır ve bir su ısıtıcısı kadar gürültülüdür. Göğüs bölgesindeki kablolar, hastanın sürekli yanında taşıdığı, üç telefon fihristi ağırlığında bir makineye bağlıdır. Hemen her hafta koyunlara yapay kalp takmak üzere hayvan laboratuvarına gidiyorum. Bu, sistemlerin daha da geliştirilmesi için en iyi ve yegâne yol.

Ve sonra bir gecede ünlendim. 2017’de Rheinische Post benim hakkımda bir yazı yayınladı. Çok geçmeden kendimi Markus Lanz’ın sohbet programında buldum. 2019’da “Yılın doktoru” seçildim, 2020’de Düsseldorf’ta kendi özel muayenehanemi açtım, 2021 Şubatından beri özel bir klinik olan Clinic Bel Etage’ın kalp cerrahisi bölümünde başhekimlik görevimi sürdürüyorum. Gazeteci Doreen Brumme ile birlikte otobiyografimi yazdım. Eden Books yayınevinden çıkan kitabın adı Ich stehe hier, weil ich gut bin (Bu noktadayım, çünkü ben iyiyim)

Hayatım boyunca çevremde güçlü kadınlar vardı. Net bir vizyonu olan ve kendine güvenen kadınların, yerlerini bulmak için iki kat daha fazla sıkıntı çektiklerini ister istemez ben de öğrenmek zorunda kaldım. Dolayısıyla genç kadınları teşvik etmek için elimden gelen her şeyi yapmak istiyorum. Kalp cerrahı olarak kendi yolumda yürümemi anneme ve babama, öncelikle de güçlü annem Zeynep’e borçluyum.

Annem Zeynep Gürsoy okuma yazma bilmiyordu ve 47 yıl boyunca montaj hattında işçi olarak çalıştı. Ona hayranlık duyuyorum. Sergilediği örnek beni yüreklendiriyor. Bu ülkenin bize sunduğu fırsatları yakalamak ve en iyiye ulaşmak konusunda beni kamçılayan annemdir.

Geri