Serap Güler

“Babalarımızın ve annelerimizin hikâyesini anlatmak boynumuzun borcudur.”

Baba: Kömür emekçisi. Kızı: Nordrhein-Westfalen eyaletinin entegrasyondan sorumlu müsteşarı. Serap Güler nasıl iki dünya arasında büyüdüğünü çok akıllı bir dille anlatıyor: “İki taraf da seni kendine doğru çekiyor, iki tarafı da memnun etmeye çalışıyorsun. Ve uzlaşmayı, idare etmeyi öğrenmek zorunda kalıyorsun.”

Serap Güler, 7 Temmuz 1980’de Marl’da doğdu, Nordrhein-Westfalen eyaleti Çocuk, Aile, Mülteciler ve Entegrasyon Bakanlığı’nda entegrasyondan sorumlu müsteşar. Otelcilik alanında eğitim aldıktan sonra Duisburg-Essen Üniversitesi’nde iletişim bilimleri ve germanistik okudu ve Magistra Artium derecesiyle mezun oldu. 2012’de Nordrhein-Westfalen meclisi üyeliğine seçildi. Aynı sene ilk kez ve daha sonra farklı kereler CDU-Merkez Yönetim Kurulu’na seçildi. Eski Entegrasyon Bakanı Armin Laschet’in bakanlık ofisinde raportör olarak çalıştı, ardından Laschet’in kabinesinde entegrasyondan sorumlu müsteşar oldu.

“Neredeyse 40 sene çalıştım yerin altında, hem de bir gün rapor almadan.” Madenci olarak çalıştığı günlerden bahsederken babamın en sevdiği cümlelerinden biriydi. Hep hayrete düşerdim, bir insan nasıl bu kadar sene yerin yedi kat altında çalışır ve bir gün bile hasta olmaz!

Günün birinde bu hayretimden ona da bahsettim. “Tabii ki kendimi hiç iyi hissetmediğim ve muhtemelen gerçekten de hasta olduğum haftalar olmuştur” dedi babam, ama buna rağmen işe gitmiş. Sadece bir kere rapor almayı denemiş, maden ocağının işletme doktoruna gitmiş ve şikâyetlerini anlatmış. Ama doktor dinlememiş bile, vereceği karar için tıbbi bir gözleme de ihtiyaç duymamış. Babama şöyle bir bakmış ve ardından bu kadar çıtkırıldım olmamasını, gayet sağlıklı göründüğünü ve çalışabileceğini söylemiş. Babam başını eğip vardiyasına dönmüş.

Bunun üzerine, “Bu ilgisizlik öfkelendirmedi mi seni?” diye sordum. “Öfkelenmekten ziyade üzüldüm” oldu cevabı. “Üzüldüm çünkü doktor benim yalan söylediğimi ima etmişti aslında.” Bu nasıl bir itidaldi. Bir doktor Hipokrat yemininin gereklerini yerine getirmekten imtina ediyordu ve benim babamın tepkisi öfke yerine üzüntüydü.

Ve bu, benzer bir sürü hikâyeden sadece biri; babamın, aslında bu ülkeye yerleşmek için yola çıkan bütün anne ve babaların anlatabileceği hikâyelerden sadece biri. Ve buna rağmen bu tür hadiseler yüzünden Almanya’ya pek gönül koymamışlar. Burada kazanabildikleri ve vatanlarında hiçbir zaman yanına yaklaşamayacakları bir hayatı yaşamalarını mümkün kılan para nedeniyle. Ve biz çocukları ve torunları için. Biz Almanya’da büyüme şansı elde ettiğimiz, okula ve hatta belki de üniversiteye gidebildiğimiz için.

Benim kuşağım bir çelişkiler kuşağı. İki taraf da bizi kendine doğru çekmeye çalışıyordu, iki taraf da payını istiyordu. Ama biz iki taraftan birinin lehine karar vermek istemedik. Ne ebeveynimizi ne de bize büyük umutlar bağlamış öğretmenlerimizi, mentorlarımızı ya da komşularımızı hayal kırıklığına uğratmak istiyorduk.

Bize de hiçbir şeyin hediye edilmediğini biliyorlar tabii, ama önümüzde açılan fırsatlara ısrarla güveniyor, bunları kullanacağımızı ve ilerde onlardan daha iyi şartlara ulaşacağımızı umuyorlar. Ve bu yüzden neredeyse canı gönülden kabul ediyorlar bütün bu güçlükleri ve yaşadıkları mağduriyetleri.

Biz, Gastarbeiter çocukları, hızla büyümek, yetişkin olmak zorundaydık. Hiç durmadan yardım etmemiz, açıklamamız, tercüme yapmamız gerekiyordu; doktorda, okulda, yabancılar dairesinde. Ebeveynlerimiz Almanca konuşmuyordu, biz ise zahmetsizce öğrenmiştik. Kısa bir süre sonra farkına vardık ki tercüme ederken söylenenleri filtreden geçirmeyi tercih ediyorduk. Kendimizi kollamak için, velilerle görüşme günlerinde, bir haltlar karıştırdığımızda ya da onları, Gastarbeiter ebeveynlerimizi kollamak, kırılabilecekleri ifadelerle karşılaşmamaları için. Birileri onlara, “yetersiz uyum yetenekleri” ya da “berbat Almancaları” nedeniyle veya “işte işler Almanya’da böyle yürür” olduğu için, sivri dilli birtakım ifadelerle tatsız bir şeyler söylediğinde kim bilir kaç kez tercüme etmeden geçtik dile getirilenleri.

Gastarbeiter çocukları olarak büyüdük. Bu bizi şekillendirdi; tavırlarımızı, yaptıklarımızı, duruşumuzu. Bizler Gastarbeiter çocuklarıydık, kalmak için gelmemiştik; ebeveynlerimizin işleri bittiğinde tekrar gitmek üzere gelmiştik.

“İnsanlar planlar yapar, Tanrı güler” diye bir söz vardır. Bu defa gürültülü bir kahkaha patlattığından kesinlikle eminim. Ebeveynlerimizin kuşağından neredeyse kimse geri dönmedi. Şansölye Kohl’ün 80’li yılların başında koyduğu 10 bin Mark’lık geri dönüş teşviki de pek az misafir işçiyi eski vatanına bir “tek yön bilet” almak için harekete geçirebildi. Çoğu kaldı Almanya’da. Ve tabii onlarla beraber biz çocukları da kaldık.

“Bavul çocukları” derlerdi bize. Çünkü biz hiçbir zaman tam olarak boşaltılmamış kutularla büyüdük. “Baban emekli olunca döneceğiz.” Anne babalarımızın bize anlatmaktan bıkmadıkları hikâye buydu. Ve bu hikâye hiçbir zaman gerçekleşmedi. Kısa bir süre önce kaybettiğim babam emekli olduktan sonra 20 sene daha yeni vatanında, Almanya’da, yaşamaya devam etti. Ancak şimdi, ölümünden sonra döndü Türkiye’ye. Doğduğu yerde gömülmek istedi, onun neslinden birçok insanın eskiden beri paylaştığı ve bugün de vazgeçmediği bu istek, bize, ikinci kuşağa, köklerimizin nerede olduğunu hep hatırlatır.

Gastarbeiterl’erin hikâyesi bir tür karşılıklı istememe hikâyesidir. Almanlar bizim sürekli kalmamızı, Türkler de sürekli olarak burada yaşamayı istemediler. Bu yüzden iki taraf da birbirine başarılı bir şekilde erişmek için gayret göstermedi. Bu toplumda birbirine ulaşma tesadüfi olarak ya da mecburiyetler neticesinde oldu. Bir an geldi, iki taraf için de birbirine doğru adım atmaktan başka alternatif kalmadı.

Ve aynı zamanda eski vatan da giderek yabancılaştı bu süreçte, evet ve sonra öyle bir gün geldi ki biz Alman-Türkler kendimizi Almanya’ya, Türkiye’ye olduğundan daha yakın hissetmeye başladık. Ebeveynimizin altmışlı yıllarda Almanya’ya göçerken geride bıraktığı köyün, daha sonraki ziyaretlerinde karşılarında buldukları köye benzerliği giderek azaldı. Annemiz babamız sadece coğrafi olarak değil manevi olarak da uzaklaştılar eski vatandan. Tabii bunun tam tersi de aynı şekilde geçerliydi. Köylüleri acaba onları anlıyor muydu? Onların artık tamamen geri dönmesini istiyorlar mıydı gerçekten? Nihayetinde eski köylerinde kalanlar anne ve babalarımızın gurbette yaşamasından, onlara para göndermesinden, eski köylerinde evler inşa etmesinden, köyün ekonomisini harekete geçirmesinden fayda sağlıyorlardı.

Bugün, Türkiye’yle işgücü anlaşmasının imzalanmasının üzerinden altmış yıl geçtikten sonra, biz Gastarbeiter çocukları birçok kişi için örnek teşkil ediyoruz, bizden sonra gelenlerin “abla” ve “abi”leriyiz, “kılavuz”larıyız. Bizden sonra gelen kuşaktan övgüyle bahsediyoruz hep, çünkü onlar bizden daha güçlü ve cesurlar. Şanslarını yeterince kullanmadıkları için kızıyoruz onlara, demediğimizi bırakmıyoruz. Bizim ulaşmak için ciddi mücadeleler vermemiz gereken şanslar, örneğin Gymnasium’a gidebilmek, geçmişte nasıl zordu ve bugün ne kadar kolay. Bu şansı kullanın!

Benim kuşağım, 1980 doğumluyum ben, bir çelişkiler kuşağı. Kimiz biz? Nereye aitiz. Almanya’da Türklerdik, anavatanda ise yeni zengin, hödük köylüye çıkmış namlarıyla yaşamak zorunda kalan “Almancılar”. İki kültürlülük bugün birçok yerde bir zenginleşme olarak kabul görüyor, bizim çocukluğumuzda ve gençliğimizde ise bir yüktü.

İki taraf da bizi kendine doğru çekmeye çalışıyordu, iki taraf da payını istiyordu. Ama biz iki taraftan birinin lehine karar vermek istemedik. Ne ebeveynimizi ne de bize büyük umutlar bağlamış öğretmenlerimizi, mentorlarımızı ya da komşularımızı hayal kırıklığına uğratmak istiyorduk.

Kurtuluşumuz zaman oldu. İdare etmeyi öğrendik, iki tarafın beklentilerine birden cevap vermemizi mümkün kılan dolambaçlı yolları keşfettik. Zamanın ruhu da bize yardımcı oldu. Her iki taraf da, giderek daha az yabancı olan “yabancı”ya karşı daha ılımlı ve daha duyarlı oldu.

Ama bir şey var ki hiç değişmedi. Bugün dahi anne ve babalarımıza biz ses oluyoruz, onların hikâyelerini biz anlatıyoruz, hayatlarını biz izah ediyoruz. Bu bilgileri bizim vermemiz gerekiyor, çünkü biz yapmazsak bunu kimse yapmıyor. Bizim göç hikâyemiz pek az biliniyor ve pek nadir konuşuluyor.

Misafir işçilerin hikâyesi tarih dersinde neredeyse hiç konu edilmiyor, bu hikâyeye tahsis edilmiş bir müze de yok. Göçün ilk yıllarında Gastarbeiter’lerin çoğunun Almanya’daki ilk durağı olmuş Münih garında, 11 numaralı perona yerleştirilmiş göze çarpmayan, dikkat çekmeyen bir plaket var sadece. Halbuki büyük Alman ekonomik mucizesi için milyonlarca misafir işçiye de müteşekkir olmak gerektiğini dile getirmek, bu insanların ve onların başardıklarının değerini teslim etmek anlamına gelecektir.

Eski Federal Almanya Devlet Başkanı Gauck da dahil olmak üzere, toplum olarak daha ziyade meşgul olmayı tercih ettiğimiz soru şu: Onlarca yıldır burada yaşayan bu insanların hâlâ Almanca konuşmaması nasıl mümkün olabilir? Cehalet, ilgisizlik ve habersizlik ifade eden bu soru aslında gizlenmiş bir kınama. Sıradan bir vatandaş için bu gaf kabul edilebilir belki ama bir cumhurbaşkanı için gerçekten sıkıntılı.

Nasıl yaşıyordu bu Gastarbeiter’ler o zamanlar? Erkek ya da kadın yurtlarında muhtemelen, aynı dili konuşan ama ailenin yerini doldurmaktan çok uzak yabancılarla beraber. Fabrikada montaj hattında, inşaatlarda, madenlerde yeraltında, uzun vardiyalarda ve ağır koşullarda çalışan ve iş bittikten sonra bitap düşen insanlar. Sadece kendi karnını değil başka karınları da doyurmak zorunda olan, sadece kendi hayallerini değil başka hayalleri de gerçekleşmek isteyen insanlar sadece bir kişilik çalışmakla yetinemiyorlardı. Fazla mesai, çift vardiya ya da hafta sonu mesaisi günlük hayatın bir parçasıydı onlar için.

Ne zaman Almanca öğrenecekti bu insanlar? Ülkeye getirilen bu insanlar akademik formasyon sahibi değildi; eğitim düzeyi düşük, düşünmelerinden çok çalışmaları beklenen, genç ve güçlü adamlardı. Bunlara sunulan az sayıdaki Almanca kursu yaptıkları işle ilgiliydi, kullandıkları aletlerin isimlerini öğreniyorlardı bu kurslarda, akıcı bir günlük Almanca değil. Biz çocuklar için açılan, Türkiye konsolosluğu tarafından gönderilen öğretmenlerin “Türk çocuklarına”, Türkiye’ye döndüklerinde tekrar sosyalleşebilsinler, yani uyum sağlayabilsinler diye Türkçe ders verdiği, “Türk sınıfları”ndan hiç bahsetmek istemiyorum.

Babam 1963’te Karadeniz kıyısındaki köyünden gelmiş. 24 yaşındaymış ve mesleği madencilikmiş. Almanya’ya, burada da yeraltından kömür çıkarmak için gelmiş, hem Almanya hem de kendisi için. Beş çocuğun en ufağı, hem de tek erkek evlat olarak, bu işe biraz kuşkuyla bakan babasına en geç altı ay sonra dönme sözü vermiş. Çok ciddiymiş bu sözünü verirken, ama hiçbir zaman tutamamış.

Bunun için bulduğu mazeret aslında mümkün olan tek açıklamaydı da: Maaş torbalarına konan paranın miktarı. İnsanlar Almanya’da kendi memleketlerinde kazanabileceklerinden çok daha fazlasını kazanıyorlardı. Verdikleri sözü tutmayıp Almanya’da kalmalarının ve verdikleri sözü tutmamalarının affedilmesinin sebebi de buydu. Nihayetinde bu parayı sadece kendileri için değil, bu paranın bir kısmını ay sonunda görmeyi beklediklerini saklamaya gerek duymayan bütün aileleri için kazanıyorlardı.

Misafir işçilerin hikâyesi, bütün bunların yanı sıra bir şükran duygusu hikâyesidir. Ebeveynlerimiz büyük zorluklarla yaşadılar ama aynı zamanda bir o kadar da müteşekkirdiler. Benim kuşağım çok daha eleştirel, bu ülkenin sağladığı nimetleri olağan kabul ediyor. Bu anne babalarımızın kuşağında tamamen farklı: Almanya’ya yönelik eleştirileri onlar kadar sert yargılayan ikinci bir nesil herhalde yoktur.

Biz onların ardılları, hangi kökenden geldiğimizden bağımsız olarak, onlara borçluyuz. Onlara değer vermek, onları takdir etmek bizim yükümlülüğümüz, onların hikâyesini anlatmak boynumuzun borcu. Annelerimiz ve babalarımız –toplumsal, kültürel ve siyasi olarak– nihayet bir rol oynamayı hak ediyorlar.

Babamın işyeri doktorunda yaşadığı hikâye açık olarak ortaya koyuyor: Sağlık ve bakım sistemini kültürel açıdan duyarlı bir şekilde düzenleyerek bu tür tecrübeleri telafi edebiliriz. Hayır, tabii ki emeklilik yaşlarında da Almanca öğrenmeye başlamayacaklar. Ve bunun bir sakıncası yok. Bırakın onları oldukları gibi kabul edelim, onların diline ve alışkanlıklarına biz uyum sağlayalım. Bu hususta iyi başlangıçlar ve modeller var zaten, bunları hızla çoğaltalım.

Anne babalarımız yaşlandı, giderek azalıyorlar. Onlara tarihte bir yer açmak, onları görmemezlikten gelmemek, onlara teşekkür etmek, bu hepimizin vazifesi. Bu ülkenin yakın tarihini hep beraber konuşalım, göç ülkesi Almanya’nın tarihini.

Geri