Bremen'in güneybatısındaki Lastrup'ta büyüdüm. O zamanlar, 70’lerde minnacık bir köydü orası; birkaç ev, birkaç dükkân, çevrede inek veya tavuk yetiştiren çiftlikler… Orada, şimdi hastaneye dönüştürülmüş eski bir rahibe manastırı vardı ve yine faaliyette. Hâlâ rahibeler, beyaz cüppeleri içinde bütün işleri yürüten büyüleyici, çevik ve becerikli hanımlar tarafından yönetiliyor.
Babam orada doktordu. Tek adam, çevredeki tek Müslüman, tek yabancı. Üniversiteyi bitirdikten sonra Almanya'ya gitmiş ve tabipler odası tarafından Lastrup'a gönderilmişti. Burada bölgenin tıbbi bakımından sorumluydu artık.
Hastanenin karşısında, babamın muayenehanesinin de bulunduğu çok küçük bir evde yaşıyorduk. Çocukluğum, hem de erken bir dönemde bu iki yerde geçti, babamın muayenehanesi ile hastanede. Diğer çocuklar kum çukuru kazarken, ben babamın peşi sıra giderdim. Babam beni hastalarla tanıştırır, ben de yanında durup onları nasıl muayene ettiğine bakar, ambulansta bir bacağı nasıl alçıya aldığını izler, vizitelerde ona eşlik ederdim. Altı yaşımdayken ilk kez bir apandisit ameliyatına katılmama izin vermişti. Tıpkı yetişkinler gibi steril giyinmem, ellerimi dakikalarca fırçalamam ve dezenfekte etmem gerekmişti. Ve kendimi küçük bir doktor gibi hissetmiştim.
Bir keresinde, sekiz yaşındaydım galiba, babamla birlikte vizitedeydik ki, aniden ambulansa gitmesi için bir çağrı geldi. Oraya vardığımızda, ambulansta bir sınıf arkadaşım oturuyordu. Ağaçtan düşmüş ve derisi parçalanmıştı. Babam yarayı dezenfekte edip dikerken arkadaşımla birbirimize baktık. Ansızın burada buluşmak ikimiz için de heyecan vericiydi. Bana yarasının kötü olup olmadığını sorduğunda, ona şu açıklamayı yapmıştım: “Hayır, bu tamamen normal bir yırtılma ve babamın attığı dikiş de daha önce defalarca yaptığı gibi rutin bir işlem.
Tıbbın dünyası öteden beri büyülemiştir beni. Hasta bakımı nedir yaşadım, hastaların minnettarlığını gördüm, biri hastalandığında ve sonra her şey yolunda gidip tekrar sağlığına kavuştuğunda, bir ailenin hayatının nasıl değiştiğine tanık oldum. Genç yaşta ölenler gördüm ve bu tür ölümlerin de bu mesleğin bir parçası olduğunu anladım.
Hekim olmak istediğimi erken bir yaşta anlamıştım. Bu arada, başlangıçta oraya varmanın yolunun rahibelikten geçtiğini düşünüyordum. Rahibe hanımların tıp eğitimi aldıklarını, zamanı geldiğinde onların da hekim olarak çalışacağını sanıyordum ve bu yüzden şöyle düşünmüştüm: Evet, o zaman ben de önce rahibe olmalıyım demek ki.
Okuldayken doğa bilimleri büyülemişti beni. Lisede ileri biyoloji dersleri aldım ve babamın tıp dergilerini okumaya başladım. Ve ne okursam okuyayım ya da ne yaparsam yapayım, her defasında beni şaşırtan bir aydınlanma anı yaşıyordum: Daha fazlasını kurcalayabilirsin, daha derine inebilirsin, hiç bitmez bu. Ders kitabındaki herhangi bir bölümü okuduğumda ve herhangi bir şeyi anladığımda, yeni sorular çıkıyordu ortaya. Bunun sadece benim başıma değil, uzmanların da başına geldiğini kavramaya başlamıştım; ayrıca şunu söylemek zorunda olduklarını da: “Buraya kadar biliyoruz, bundan sonrasını henüz bilmiyoruz.” Bu beni heyecanlandırıyordu. Bir saptama yapalım: dedektif hikâyesi asla bitmez. İlk vaka çözülür çözülmez, ardında gizlenen bir diğeri takip eder onu. Dolayısıyla her şeyden önce, o yıllarda çok okudum. Çevremde aynı ilgi alanlarına yönelen ve benzer düşünen insanlar vardı, aynı şeyleri okuyor ve bunlar hakkında tartışıyorduk.
Kanser konusuyla ilk kez Lastrup'taki hastanede, daha sonra biyoloji dersinde karşılaştım. DNA’nın ne olduğu, hücrelerin işlevini nasıl yerine getirdiği, nasıl bozuldukları, bu mekanizmaların ne kadar karmaşık ve daha keşfedilecek ne kadar çok şey olduğu hakkında kitaplar okudum. Daha lisedeyken meslek seçimimde en baş önceliklerimden birinin şu olacağını biliyordum: Yüksek teknoloji, karmaşık hastalıkların üstesinden gelmeye nasıl yardımcı olabilir?
Belki ben de o yıllarda ayrımcılık yaşamışımdır. Öyleyse bile, bunun farkına varmadım. Köln veya Berlin'de değil, Lastrup'ta büyüdüm. Plattdütsch'ü Almanya’nın kuzeyinde konuşulan bir lehçe) başka bir dil saymazsak, farklı bir dil konuşan kimse yoktu orada. Şayet farklı muamele görüyorsak, kökenimiz yüzünden mi? Üstelik zaten herkes bir noktada herhangi bir şey için ayrımcılığa uğramıyor mu?
Abitur’dan sonra Saarland Üniversitesi’nde tıp okumak üzere Homburg'a gittim. Çok geçmeden onkoloji ve immünoloji alanlarında uzmanlaşmak, bu iki alanı bir şekilde birleştirmek istediğimi fark ettim. Bu bana heyecan verici gelen bu alanda birçok belirleyici atılımın gerçekleşeceği bir çağın yaklaştığını seziyor ve bunu çok yakından deneyimlemek istiyordum. Kısa bir süre sonra da, henüz üniversite öğrencisiyken doktora tezime başladım, gen teknolojisine yönelik ve moleküler araçlar edinerek kanser hücreleri üzerine çalıştım.
Üniversitedeki son yarıyıllarımdan birinde, bir pazartesi sabahı eşim Uğur ile tanıştım. O üniversiteyi Köln'de okumuş ve doktora danışmanıyla birlikte Homburg'a gelmişti, başlangıçta stajyer hekim olarak çalışıyordu. Ben de üniversitenin son yılındaydım. Bu da, hasta yatağında nasıl çalışılacağını öğrenmek için koğuşlarda rotasyon yapmak anlamına geliyordu.
Ben ona tahsis edilmiş ve kendimi tanıtmıştım. Adlarımızdan dolayı ikimizin de Türk olduğu açıktı elbette. Sonradan aramızda şu konuşma da geçti: Aa tamam, isim kulağa Türkçe geliyor, annen baban nereli? Bu klasiktir, karşınızdakinin Türk olduğunu duyduğunuzda ilk sorulan soru şudur: “Annen ve baban hangi şehirden?”
Hastanede hayat çok hummalıydı. Bir üniversite kliniğinin onkoloji koğuşunda hastaların çoğu kritik bir durumdadır ve sürekli bir ölüm kalım savaşı verir. Sohbet etmeye fırsat olmaz pek. Ama biz fırsat buldukça birbirimize hep zaman ayırıyorduk ve aynı konulara ilgi duyduğumuzu fark etmiştik. Eşim doktora çalışmasında öncü bir konuyu ele almıştı, yeni bir tür hassas immünoterapi; bunu çok heyecan verici buluyordum. Bu teknolojilere hâkim biri, benim için bir tür rock yıldızıydı.
Sürekli konuşuyor, planlar yapıyor, fikir alışverişinde bulunuyorduk. İkimiz de en başından, en son araştırmaları hastaya hızlı bir şekilde ulaştırmanın mümkün olduğuna inanıyorduk. Kanser alanında yenilikçi ilaçların geliştirilmesi yaklaşık on yıl sürüyor ve üç haneli milyonlar söz konusudur. Hastaya bir şey ulaştığında, aslında eskiyip güncelliğini yitirmiş oluyor. Bu da ürkütücü bir durum.
Bu konuşmalar bizi heyecanlandırıyordu. Düşünsenize, laboratuvarda oluşturduğumuz şeyleri doğrudan hastanın ayağına götürmek… Bunun nasıl bir fark yaratabileceği büyülüyordu bizi. Yeni moda adıyla, “translasyonel tıp” veya from science to survival deniyor buna; bilimsel verileri doğrudan hayatta kalmaya tercüme etmek. O sırada bütün bunlara kafa yoruyorduk işte.
Yeni başlangıcın coşkusu, birlikte düşünme sevinci, yeni bir şey tasarlamanın büyüsü; öteden beri bize eşlik ediyor bunlar. 2001’de ilk firmamız olan Ganymed'i kurduğumuzda böyle bir ruh hali içindeydik; 2008'de BioNTech'i kurduğumuzda da. Ne zaman yeni bir fikrimiz olsa, bilinmeyen bir bölgeye doğru yola çıkma cesaretini göstersek, her defasında hafif bir öfori anı yaşarız. Eşim de fikirlerle dolup taşan biri olduğu ve birlikte sürekli yeni projelere imza attığımız için bu mutluluğu tekrar tekrar yaşıyoruz.
Almanya’da ilaç geliştiren bir firmanın kurulması yüksek kişisel riskle bağlantılıdır. Böyledir bu. Çünkü tıpçılar ve bilim insanları olarak normal kariyer yolundan ayrılmış, finansal riskler üstlenmiş, çalışma arkadaşlarımızın ve ailelerinin sorumluluğunu yüklenmiş oluruz. Sonuçta bir risk sermayesi şirketiyiz biz. Tanımı gereği yalnızca belirli bir süre için para vardır, bunun ardından bir sonraki finansman turunu yapmak gerekir. Her seferinde iflasın eşiğinde olmak gibi. Risk sermayesinin işlem tarzıdır bu, dolayısıyla sorumluluk üstlenenler için kişisel risk demektir.
Eşim her hafta sonu bir önceki hafta yayınlanmış olan bilimsel verilere bakar. 2021 Ocak sonlarında The Lancet’de, Wuhan’dan kendi oturdukları şehre dönen ve diğer aile üyelerine yeni virüsü bulaştıran bir ailenin anlatıldığı bir makale gördü. Bunun son derece bulaşıcı bir virüs olduğu ve sağlıklı görünen kişilerce de başkalarına bulaştırılabildiği gayet açıktı. Wuhan’ın her yerle, herkesle trenler, yollar, uçuş bağlantıları üzerinden kurulan bağlantısından haberdardık ve eşimi derhal birkaç olasılık hesabı yaptı.
Bu hesaplamadan çıkan sonuçla bana gelip şöyle dedi: “Bak, küresel bir soruna doğru gidiyoruz galiba.” Aslında zaten çoktandır pandeminin içinde olduğumuz görüşünden yola çıkıyordu. Böyle bir şeyi ciddiye almak için eşimi yeterince uzun tanıyorum, verilerden yola çıkarak öngörülerde bulunmak konusunda çok iyidir. Ve sonra doğrudan ayrıntılara geçtik. Bir aşı geliştirme projesi daha o hafta sonunda kahvaltı masamızda başladı.
Ne mutlu ki, şu anda, bir buçuk yıl sonra sadece bir değil, daha çok aşıya sahibiz. Yüz milyonlarca insan aşılandı. Tüm dünya, zorlu günler geçirse de bunu başardığı için kendimizi şanslı ve mutlu saymalıyız.
Eşim karmaşık kayıtları iyi öngörülerde bulunabilecek kadar analiz etmeyi bilen vizyoner ve yaratıcı biridir. Onun tahminlerine çok güveniriz. Bu proje şöyle veya böyle ilerleyecek, şunları veya bunları göreceğiz, buna şöyle veya böyle hazırlanmalıyız dediğinde, öyledir. Ve bu sadece bilimsel sorunlar bağlamında değil, aynı zamanda sosyal durumlarda da, sözgelimi zor bir ortamda firmamıza manevra kabiliyeti kazandırmak için sıkı çalışarak yeni risk sermayesi sağlamak zorunda olduğumuz zamanlar için de geçerlidir. Bu durum da verilerin analizi demektir her zaman: Yatırımcıların ve piyasanın nabzı nasıl atıyor, başarı şansımız ne kadar? Yani eşim bu işi biliyor; tıpkı ilk bakışta bariz olmayan çözümlere ulaşmayı bildiği gibi.
Eşimle yürüttüğümüz takım çalışmasında somut çözümleri elde etmeye yardımcı olan kişi benim. Kuşkularımı ortaya koyarım, tartışırız ve diyalog içinde düşünceleri keskinleştiririz. Kimden ne çıkacağı ve bunun tam olarak ne anlama geldiği konusunda enine boyuna kafa yorar, uygulanabilirliğin ayrıntılarını işin içine katar ve herhangi bir şeyi nasıl çözebileceğimizi sorgularım; hangi engellerle karşılaşabileceğimizi, onları nasıl aşabileceğimizi. Her zaman böyle bir etkileşimin içindeyiz. İşe giriştiğimizde, bir projeye başladığımızda topu kaleye taşımak için somut işlemsel detaylarla ben ilgilenirim.
Gerçekten inanılmaz iyi bir işbirliği içindeyiz eşim ve ben. Evet, bu da paha biçilmez bir talih ve mutluluk.