Çocukken bayılırdım “Uzay Yolu” seyretmeye. Uzay gemileri ve uzak diyarları hayal ediyordum; göğün bulutsuz olduğu gecelerde oturduğumuz apartman dairesinin balkonundan yıldızları, gezegenleri ve Ay’ı gözlerdim. Bir teleskobum yoktu, bu yüzden babamın dürbününü alırdım hep. Ve gerçekten de, göğün iyice berrak olduğu gecelerde Ay’daki bazı kraterleri görebilirdim. Ya o tül duvak, Satürn’ün halkaları mıydı acaba?
Muhtemelen yanılıyordum çünkü elimdeki pek iyi bir dürbün değildi ve o dönemde, özellikle kış aylarında, hava kalitesi de berbattı. Bizim mahallede kömürle ısıtılırdı evler, bu yüzden Köln seması neredeyse her zaman bulanıktı. Oturduğumuz daireye aşağıdaki kömürlükten kömür taşımamızı ve sobanın külünü aşağıya indirmemizi hiç unutmam. Yaşımla birlikte kaygılarım da büyüdü: Günbegün havaya savurduğumuz pislik, ormanları mahveden asit yağmuru, fok katliamı, denize dökülen sülfürik asit; o yıllarda çevreye karşı işlenmiş bütün o feci suçlar.
1986’te 14 yaşındaydım, teneffüslerde okulun bahçesine çıkmamız yasaklandı. Birkaç gün önce Çernobil’de nükleer erime yaşanmıştı. Ve şimdi de yağmur yağıyordu. Öğretmenlerimiz, biz çocuk ve gençleri olası nükleer kirlenmeden korumaya karar vermişlerdi.
Tarih, insanlığın gözüne sokarcasına bir uyarı yapmıştı. Bu mevsimde normalde rüzgâr batıdan eserdi, dolayısıyla radyoaktif bulutların doğuya doğru sürüklenmesi gerekirdi. Ama o haftalarda rüzgâr doğudan esmiş ve radyoaktif bulut Avrupa’nın bazı bölgelerine yayılmıştı, Almanya da bu bölgelerden biriydi. Senelerdir dile getirilen nükleer tehlike bir anda gerçek olmuştu.
Annem ve babam 60’lı yıllarda Köln’e göçmüştü ve Ford’da çalışıyorlardı.
Ford, hayatımızın tam anlamıyla merkezinde, odak noktasındaydı. Ford evlerinde oturuyorduk; sadece ebeveynim değil bütün komşularımız, amcalarım, teyzelerim ve kuzenlerimin çoğu da Ford çalışanıydı. Yetişkinlerin birbirlerine, “Hangi bölümdesin?” diye sorduklarını duyuyordum. Annemin arabaların koltuk döşemelerini diktiğini, babamın da montaj bandında silindirlerin somunlarını sıktığını bu ara öğrenmiştim.
Daha sonra, öğrenciyken ben de tatilde Ford’da bir iş bulmuştum. Böylece ebeveynimin ve onların kuşağının hayatlarını nasıl zor şartlarda kazandığını gördüm. Benim işim fabrikadaki su ve meyve suyu otomatlarının doldurulmasıydı. Küçük elektrikli bir arabayla bir üretim sahasından diğerine geziyor ve her gün tonlarla içecek kasasını dolduruyor ve boşaltıyordum. Çok ağır bir işti, ama keyif veriyordu bana, hele işimi yaparken akrabalarımla ve tanıdıklarla karşılaşmak pek hoşuma gidiyordu. Üretim alanı Halle R hâlâ hafızamda. Şanzıman parçalarının üretildiği bu dökümhanede hava boğucuydu ve kirli hava daha mekâna girerken adeta gözle görülebiliyordu.
O yıllarda bilim insanı olmayı hayal ediyordum; çok uzaklarda, sahada çalışacaktım, mesela Antarktika’nın buzlarında ya da Rubülhali Çölü’nün kızgın kumlarında. Yutarcasına okurdum survival kitaplarını, harita okumayı, pusula kullanmayı öğrenmiştim. Şişme botumla balina avcılarının karşısına dikilecek, yağmur ormanlarına, soyu tükenmekte olan hayvanları korumaya gidecektim.
Ama yaşadığım hayat hayallerime tam anlamıyla eşlik edemiyordu: Ortaokulu bitirdikten sonra telekomünikasyon elektroniği teknikeri olarak eğitimime başlamıştım. Bu, kablo döşemeyi, telefon tamir etmeyi, telefon sistemleri kurmayı ve programlamayı öğrenmek demekti. Bundan sonra meslek okulundaki sınavımı verdim ve Köln’deki haberleşme teknolojisi meslek yüksekokuluna yazıldım. Her şey iyi gidiyordu, önümde mühendis olarak bir kariyer belirmişti. Ama tuhaf bir boşluk hissediyordum içimde. Bütün kalbimle konuyu benimsediğim kesinlikle söylenemezdi.
Bir akşamüstü evdeydim ve haberlerden biri dikkatimi çekti: Bilim insanları ve meteorologlar yerkürenin daha da ısınmasına, yani iklim değişikliğine karşı uyarıyorlardı insanlığı. Bu yeni bir kavram değildi, ama ben geçmişte fazla ilgilenmemiştim konuyla. Yavaş yavaş meteoroloji ve iklim konularıyla daha fazla ilgilenmeye başladım ve kısa bir süre sonra şundan emin oldum: Evet, uzun zamandır aradığım konuyu nihayet bulmuştum. Bütün istediklerim bir araya geliyordu bu konuda; içimdeki araştırma dürtüsü, büyük resmi bütünlüğü içerisinde kavrama isteğim ve çevre koruma için üzerime düşeni yapma arzum.
Meslek yüksekokulundaki eğitimimi bıraktım ve Abitur’umu tamamlamak için Köln-Kolleg’e başvurumu yaptım. 1997’de Abitur’um cebimdeydi artık. 26 yaşındaydım, üç beş parça eşyamı topladım, Berlin’e taşındım ve üniversitede meteoroloji okumaya başladım.
İlk evim Neukölln’de, Berlin Özgür Üniversitesi (Frei Universität) Dahlem’deydi yani evimden tek yön 10 kilometreden biraz daha uzak mesafede. Bu yolu her gün, kendi ellerimle yaptığım bir yatay bisikletle kat ediyordum. O yıllarda en büyük tutkumdu buydu: Bütün detayları inceden inceye düşünülmüş ve giderek geliştirdiğim, hafif yatay bisikletler tasarlıyor ve üretiyordum. İlk bisiklet kadromu, Köln-Kolleg döneminde strafor köpük, karbon-fiber panel ve epoksi reçine kullanarak üretmiştim. O dönemde bilgiye ulaşmak hiç kolay değildi. Bugünkü gibi bir internet yoktu o zamanlar, inanılmaz derecede yavaş modemimle mailbox ve newsgrouplara girerek ve mailing listelerine kaydolarak dünyanın diğer köşelerindeki yatay bisikletçilere ulaşabiliyor ve bilgi alışverişinde bulunabiliyordum.
O yıllarda karbon-fiberden beş yatay bisiklet ürettim, her biri bir öncekinden daha incelikli, ultra alçak ve ultra hafifti. Bu yarışçılardan her birinin malzeme ve parça maliyeti aşağı yukarı 1500 Mark civarındaydı ama eşdeğerde bir yatay bisiklet herhangi bir dükkânda en az altı kat daha fazla paraya satılabilirdi. Benim bisikletlerim dış görünüş açısından birer şaheser değildi kesinlikle ama seriydi. Bu bisikletlerle 35 km/saat ortalama sürat yakalamak işten bile değildi. Bir dönem yatay bisiklet yarışlarına bile katıldım, iki kez de Alpler’i geçtim.
Alpleri aştığım ilk seyahatimde bisikletimden son derece memnundum, ama maalesef yanıma çadır ve uyku tulumu almamıştım. Geceleri gözüme uyku girmiyordu, çok üşüyordum, ağırlıktan yanlış noktada tasarruf yapmıştım. İkinci tatilimde daha gelişmiş, tam süspansiyonlu bir bisikletim vardı ve donanımım çok daha iyiydi. Her iki tatil de muhteşemdi. Hiçbir şey düşünmeden yola çıkmak, akşam nerede olacağını bilmeden gezmek, önce geçitlere tırmanmak, sonra yılankavi yollardan hızla inmek ve nihayetinde İtalya’ya ulaşmak… Çok seviyordum bunu.
Meteoroloji eğitimi ağır bir eğitimdi. İlk birkaç yarıyıl boyunca fizik bölümü öğrencileriyle aynı şeyleri okuyorduk, ancak ana bilim dalı eğitimi başlayınca konular daha bir meteorolojik hale geldi. Paleoklimatoloji ve medya meteorolojisi asıl uzmanlık alanlarım olacaktı, astrofiziği ek uzmanlık alanı olarak almıştım, sinoptik gözlem, yani hava tahmini konusunda bilgimi derinleştirdim. Bu sırada bir yandan da üniversitenin meteoroloji kulesinde çalışıyordum. Ölçüm aletlerini, farklı termometreleri, rüzgâr ve yağmur ölçerleri okuyordum; haritalar çiziyor, verileri abonelere iletiyor, bilim iletişimi konusunu öğreniyordum. Beni şekillendiren bir dönemdi bu.
Bitirme tezim tam bir araştırma çalışmasıydı. Çok geniş bir başlığı vardı: “Sahra Tozunun Atlantik Üzerinden Atmosferik Ortamda Taşınması –Araştırma Gemisi Polarstern’de Yapılan Lidar– Gözlemleri”. 2005 Ekimi’nde bu büyük Alman araştırma gemisinin helikopter iniş pistine, deneyimi hayata geçirmek için hazırladığım konteyneri kurdum ve geminin göbeğinde bir kamaraya yerleştim. Araştırma gezisi Bremerhaven’de başlıyordu ve Atlas Okyanusu’nda geçirilecek altı haftadan sonra Cape Town’da sona erecekti.
Kurduğumuz lazer, gece ve gündüz bulutları ve havayı yokluyordu, amaç Sahra tozunun varlığını belgelemekti. Ben de bir mühendisle beraber gece gündüz demeden aletlerin yaptığı kayıtları takip ediyordum. Benim vardiyam gece yarısı üçe kadar devam ediyor, sonra mühendisin vardiyası başlıyordu. Kuzey Afrika yüksekliğinde seyrederken Sahra Çölü’nden kalkan tozu ilk kez tespit edebildik; veri toplamaya başlayabilirdik artık. Sistem çalışıyordu.
Güney Atlantik’te kıyıdan millerce uzakta, okyanusun ortasında, açık denizde seyrettik. Haftalarca tek bir kuş görmediğimiz, başka hiçbir gemiye rastlamadığımız oldu. Polarstern hayatımızın odak noktasıydı, bu gemi dışında hiçbir şey yoktu hayatımızda, gemimiz dünyamızdı. Denizcilerin gemilerini neden bu kadar sevdiklerini, gemilerinden bahsederken neden sanki onlarla evlilermiş gibi konuştuklarını bir anda kavradım.
Geçmişte deniz tutunca araştırmalarını yarıda bırakmak zorunda kalan kadın ve erkek araştırmacılar hep olmuş gemide. Şansıma ben sadece bir kez kötüledim. Fırtına vardı; bize, bir başka fırtınada inanılmaz bir güçle geminin burnunda patlayan dev dalga gibi denizci hikâyeleri anlatan nöbetçi süvarinin yanında bira içiyorduk. Polarstern buzkıran gemisiydi, ağır bir burnu vardı, bu yüzden dalgaları aşarken burnu diğer gemilerden daha çok gömülürdü suya. Bira, fırtına ve suya gömülen burun, hepsi bir arada fazla geldi bana, geminin orta kısmındaki, dolayısıyla fark edilir şekilde daha sakin kamarama koştum ve kendimi yatağıma attım.
Berlin’e döndükten sonra verilerin değerlendirilmesine başladım. Yatay bisikletimle her gün Potsdam’a, Alfred-Wegerner-Institut’a gidiyordum. Vaktiyle Albert Einstein’ın da bilimsel çalışmalar yaptığı, tarihi Telegrafenberg bilim kampüsündeydi enstitü. Her sabah kampüse girdiğimde Einstein’ın izinde olduğumu hissediyor, gururlanıyordum. Topladığım verilerin değerlendirilmesi neredeyse iki sene sürdü, bu verilerle bir doktora tezi oluşturulması mümkündü ama işler başka türlü gelişti.
Daha üniversiteye devam ederken ProSiebenSat.1.’ın meteoroloji kanalı wetter.com’da çalışmaya başlamıştım. Yeni bir kontrat imzaladım ve kısa bir süre sonra Münih’e, firmanın merkezine taşındım. Hava raporlarını ve tahminlerini kaleme alıyordum. İyi bir ekiptik, birçok konuda istediğimiz gibi davranma özgürlüğümüz vardı, yaratıcı fikirler üretebiliyorduk. “Motosiklet havası” kavramını yarattık, “365 günlük hava tahmini” ile kendimizi sarakaya aldık, iklim değişikliği konusunu yavaş yavaş işimizin içine yerleştirdik.
Ta ki günün birinde müdirem beni kısa yoldan kameranın önüne oturtana kadar bu şekilde çalışmaya devam ettim. “Ağzın laf yapıyor!” Açıklaması böyleydi, “ayrıca artık bu işe tayin oldun.” Direnmenin anlamı yoktu, bu yüzden oturdum, hızlıca bir metin yazdım ve kameraya bakarak prompterden okudum. Adeta cehennemdi. Ancak daha sonra kamera önü eğitimi aldım ve yavaş yavaş sunum sırasında daha kendimden emin davranabilir hale geldim.
2013’te ZDF’e geçtim, Mainz’a taşındık. Öğle kuşağında bir program olan “Mittagsmagazin”le başladım. Nispeten daha az seyredilen, daha ufak bir programdı ama sunucu olarak benden ciddi talepleri vardı. Benim için ayrılan süre uzundu, aşağı yukarı üç dakikaydı ve program canlı yayınlanıyordu, ciddi sorunlar yaşamak mümkündü. Meteorolog olarak sorumluluklarımın farkındaydım, milyonlarca insan seyrediyordu beni, ben de onlara mesela yaklaşmakta olan bir fırtınanın ne kadar tehlikeli olabileceğini söylemek mecburiyetindeydim. Ve burada da iklim konusu yeniden devreye giriyordu.
Hayatım boyunca defalarca ayrımcılık rüzgârlarıyla karşı karşıya kaldım ama ZDF’de hava tahmini raporunu sunmaya başlamamla beraber bu rüzgârlar tam bir kasırgaya dönüştü. Bir Türk, kamuya ait bir televizyon kanalı ve iklim değişikliğiyle ilgili uyarılar.... Üç farklı düşman imgesinin de gereklerini yerine getiriyordum. Bir anda nefret kusan her türden kışkırtıcının çapraz ateşinin ortasında kaldım, bir süre ciddi şekilde rahatsız etti bu durum beni, hatta buna karşı koymaya bile çalıştım, ama bir süre sonra bunları görmezden, duymazdan gelmenin en doğrusu olduğuna karar verdim.
ZDF’de gezegenin ısınmasını belgelemek için NASA’nın ve Avrupa Birliği’nin yeryüzü gözlem programı Copernicus’un verilerini kullandım, çünkü iklim ve hava şartları artık birbirilerine bağlı iki unsur, o kadar ki bunları birbirinden ayırmak mümkün değil. İklim krizi çoktan başladı. Bu gerçeği, bilgisizliğini açığa vurmadan ve maskesi düşüp akılcılıktan nasibini almamış bir iklim krizi inkârcısı olduğu ortaya çıkmadan kimse reddedemiyor artık. İklim değişikliğinin sonuçlarını 2018’den beri her yerde görmek mümkün: Avustralya ve Kaliforniya’da orman yangınları, kutuplarda buz tabakasının hızla erimesi, bütün dünyada görülen kuraklıklar ve tarihe geçecek kadar şiddetli kasırgalar bize iklim değişikliğinin, nasıl bir tahrip gücünün zincirlerinden boşanmasına sebep olduğunu gösterdi.
Bizim ülkemizde de.
Almanya’da hava artık daha ziyade meridyonal şekilleniyor, yani hava kütleleri ya güneyden ya da kuzeyden yaklaşıyor Almanya’ya. Bu, havalar daha daha kötüye gidecek demek. Mesela Arktis’te yaz, alışılmadık derecede sıcak geçince jet stream yalpalamaya başlıyor. Bu aslında normal bir süreç ama iklim krizi çerçevesinde ısınma çok fazla olunca bu yalpalama şiddetleniyor. Arktis, yani Kuzey Kutup bölgesi, gezegenin diğer kesimlerinden kayda değer şekilde daha fazla ısınmış durumda. Alışılmadık ölçüde sıcak ve kuru yazlar yaşıyoruz ve kuraklıkla çok daha sık karşı karşıya kalacağız.
Kışlarımız da değişiyor, çünkü kutup bölgesindeki polar anafor da yalpalamaya başladı. Kış aylarında klasik olarak batı rüzgârlarının güçlü bir hâkimiyeti olur ama polar anafor ritmini kaybederse haftalarca buz gibi soğuk bir hava akımıyla karşı karşıya kalırız, tıpkı 2020/21 kışında olduğu gibi. Sistem yalpalama ile batı rüzgârları arasında gider gelir ve bu da iklim krizinin sonuçlarından biridir.
Bütün sistem değişti ve bu dengesizlik dinamik bir şekilde devam edecek. İnsanlık, tarihi boyunca ilk kez bu kadar çığır açan bir değişimin eşiğinde. İklim krizini önlemek, düşünülenin aksine hâlâ mümkün, bu hepimizin ortak sorumluluğu, bu sorumluluk bütün parti ve ülke sınırlarını anlamsız hale getiriyor. Bütün dünya hükümetlerinin son derece hızlı ve verimli bir şekilde harekete geçmesi gerekiyor, hem de derhal. Bizden sonraki kuşaklar ancak bu şekilde gerçek bir şansa sahip olabilir. Bu kuşak yeryüzünde şu anda, bunlar bizim çocuklarımız!
Uzun yıllar boyunca büyük bir tutkuyla motosiklet kullandım. Öyle günler olurdu ki Münih’te bir anda karar verir, Yamaha’mı Dolomit Alplerine sürerdim. Bir yarış motoruydu benimki ve çok hızlı kullanırdım, bütün dikkatime rağmen zaman zaman akşamı hastanede mi yoksa evimdeki yatağımda mı geçireceğimi sadece santimetreler belirlerdi.
2007’de bir benzin istasyonunda, hortumdan motorumun deposuna akan benzinin çıkardığı sesi dinlerken bir anda kendime şu soruyu sordum: Ne yapıyorum ben? Gerçek anlamda bir ihtiyaç yokken motosikletimle geziyor ve petrol yakıyorum. Peki neden? O an karar verdim, derhal satacaktım motorumu.
Ve bunu yaptım da. Hemen aynı gün. Elime geçen parayla elektrikli bir yük bisikleti satın aldım, çocuklarımın içinde oturabileceği kocaman bir kutu vardı yeni bisikletimin önünde. Doğru bir karar vermiştim.
Yeni bir dönem başlıyor, büyük bir değişim rüzgârı esiyor ve şimdiye kadar hiç hissetmediğim kadar pozitif bir hava hâkim. Umudum solar geleceğe büyük transformasyonun hayata geçirilebilmesi. Hem de bütün direnişe rağmen. Başka bir şansımız yok; insanların, insanlığın başka bir şansı yok