Harz kenarındaki UNESCO dünya mirası mücevheri, huzur dolu Goslar’da, Breite Straße’de, annemin ve babamın Marmaris adlı bir restoranı vardı. Ayrıca pazar kurulduğunda veya festivallerde döner, bira, kızarmış sosis için stantlar da hazırlıyorlardı. Restoran sayesinde hafta sonlarımız zaten çok hareketli geçerdi. Ama festivallerin istisnai bir anlamı vardı.
Ortaçağ pazarı, Walpurgis festivali, Noel pazarı ve eylül ayında yapılan, olağanüstü güzel eski şehir festivali: bir bitpazarı, boydan boya bir yeme-içme sokağı, sahneler ve orkestralar. Goslar’ın sokakları on binlerce kişiyle dolup taşardı. Üç gün boyunca vur patlasın çal oynasın, ben de bu üç günün ardından o zamanın popüler şarkılarını uykumda bile döne döne söyleyebiliyordum.
İnsan seli öğleden sonra başlardı ama biz sabah yedide ayaklanmış olurduk. Akşamları işlerin kusursuz yürümesi için her şeyi gündüzden doğru yapmak zorundaydık. Bardakları hazır etmek, bira fıçılarını soğutmak, döner ızgarasını ısıtmak, alışveriş, temizlik ve hazırlık. Sonra da gece yarısına kadar durmaksızın çalışılırdı.
Küçüklüğümden beri restoranda anneme ve babama yardım ettim, 14 yaşımda artık ekibin demirbaşıydım ve sorumluluk üstlenmek zorundaydım. Şefin oğluydum ne de olsa. Babam olmadığında işleri yapmak bana düşüyordu. Kola mı kalmadı? Et bu kadar mı? O zaman satıcılara telefon etmek, teslimat belgelerini imzalamak gibi yapılacak işlere ben karar veriyordum.
Bütün bunlar bizi sıkı sıkıya birbirimize bağladı; annem, babam, kız kardeşim ve beni. Hep birlikte işin bir ucundan tutmak güzeldi. Ailemizin temel tutumu şuydu: Hepimiz aynı gemideyiz, herkes birbirine tutunsun, hadi bakalım, karşı kıyıya sağ salim varmak için dalgalara atalım kendimizi. Beni şekillendiren bu ekip ruhudur.
Restoranın üst katında oturuyorduk. Ne zaman evimizi düşünsem, ilk aklıma gelen, oturma odamızdaki kocaman divandır. Hem üstünde sıçradığımız bir trambolin, hem futbol kalesi, hem de bir kucaklaşma köşesiydi bu divan. Bir de saatler boyu başında oturduğumuz mutfak masamızı düşünürüm. Annem mükemmel bir aşçıydı, sevgi de mideden geçtiğine göre, bizim için enfes yemekler yapmaya doyamazdı. Orada saatlerce oturur, tartışır, planlar yapardık.
Annem ve babam İstanbul’dan Goslar’a 1972’de gelmiş. Babam eğitimine uygun olarak Kaiserworth Oteli’nde çalışıyordu. Daha sonra bir Yunan restoranında garsonluk yaptı, ardından 1989’da annem ve babam kendi restoranlarını, Marmaris’i açtı.
En iyi çocukluk arkadaşımın adı Alexander’dı, aynı sınıftaydık. Birbirimizin evine girip çıkardık. Onu alıp bize getirirdik sık sık. Bir defasında, galiba on bir yaşımdayken, Ortaçağ pazarı için Doğulu oğlanlar gibi giyinmiştik, şalvar, türban, pala. Bu kılıkla hokkabazların arasında dolanırken, ansızın yanımıza biri yaklaştı ve tuvalet personelinin gelmediğini, bizim yardımcı olup olamayacağımız sordu. Elbette yardımcı olabilirdik, dolayısıyla biz iki bücür Sinbad kılığında günlerce tuvalet kulübesinde oturup para hesabı tuttuk.
Hiçbir zaman saat ücreti veya benzeri karşılığında çalışmadım. Bahşiş de almışlığım yoktur. Annem babam isteklerimizi karşılıyordu elbette. Ayağımda o zamanlar bizden alınması istenen Nike, Air Jordan modeli spor ayakkabılarımla okulda oradan oraya koşan ilk çocuk olduğum için pek gururlanmıştım. Ve cep telefonları piyasaya çıktığında, kısa bir süre sonra bir Siemens S6 cebimdeydi, hani şu antenli, efsanevi tuğla telefon.
Bu tasasız çocukluk 19 Mayıs 1993’te Solingen’de işlenen beş cinayet haberiyle birlikte tuzla buz oldu. On iki yaşındaydım. O zamana kadar kökenimin önemli olup olmadığını düşünmemiştim hiç. Hiçbir rol oynamıyordu aslında bu, eğer oynuyorsa da, bir zenginlikti. Evde Türkçe konuşuyorduk, daha çocukken bile İstanbul’a akrabalarımızın yanına tek başıma uçabiliyordum. Annemin pişirdiği yemekler Alex’in annesininkilerden farklıydı, Alex bizim yemekleri seviyordu, ben de onlarınkini. Noel ve paskalyalarda annem ve babam bizimle kiliseye gelirdi. Alman kültürünün bu yanıyla da tanışmak istiyorduk. İki dünyada da yaşamayı ilginç buluyordum. Normaldi bu.
Ve sonra bu: 16-23 yaş arası dört sarhoş erkek bir kutlamanın ardından Solingen’de bulunan Neonazi çevresinden benzin elde etmiş ve iki ailenin oturduğu bir evin girişine, Genç ailesinin yaşadığı kata gizlice dalmıştı. Bir sandığa benzin döktükten sonra bir gazeteyi meşale gibi tutuşturup sandığı ateşe vermişlerdi. Çok geçmeden merdiven boşluğu alev almıştı.
Ölümcül bir tuzaktı. Cehennemde beş insan öldü, aralarında pencereden atlayarak kendilerini kurtarmak isteyen 27 yaşındaki Gürsün İnce ve dört yaşındaki Saime Genç de vardı. Bazılarının hayati tehlikesi olacak şekilde, 17 kişi yaralandı.
Benim için bir şok anıydı bu. Almanya’da insanların nereden geldiğinin, adlarının ve tenlerinin renginin pekâlâ önemli olduğunu ilk kez o zaman kavradım. Endişeliydim: Şehrin eski kısmında restoranımızın üstünde oturuyorduk, herkes için görünür durumdaydık. Goslar’da herhangi biri bir Türk ailesine göz dikecek olsa, ilk adres biz değil miydik?
Türk büyükelçisi kamuoyuna bir duyuru yaparak yangın söndürme aracı edinmemiz ve kapıları sıkı sıkıya kapatmamız yönünde tavsiyede bulunmuştu, saldırıların devam etmesinden korkuluyordu. Şansölye Helmut Kohl Solingen’deki cenaze törenine gitmeyi kabul etmedi, tıpkı bir yıl önce Mölln’e de gitmemiş olduğu gibi. Kohl’un sözcüsü “taziye turizmi” yapmak istemedikleri yönünde bir açıklama yaptı. Teyzem İstanbul’dan telefonla aramış ve endişe içinde Almanya’da ne olup bittiğini sormuştu.
Annem ve babam mutfak masasının başında bütün bunların ne anlama geldiğini kestirmeye çalışıyordu. Münferit bir olay mıydı bu? Yeni bir dönem mi başlıyordu? İlişkiler daha da kötüleşirse, biz çocuklar için ne anlama gelecekti bu? O zaman İstanbul’a geri dönmeyi yavaş yavaş düşünmeye başlamak gerekmiyor muydu?
Kulak kesilmiştim. İstanbul’a geri dönmek mi? Bunun benim için anlamı “evimden ayrılmak”tı. Benim yurdum Goslar’dı, her ne kadar İstanbul’u çok sevsem de, hiçbir şekilde buradan ayrılmak istemiyordum.
Bir kırılmaydı bu. Şunu açıkça anlamıştım: Sen herkes gibi olduğunu düşünsen de, anlaşılan bazıları öyle düşünmüyor. Anlaşılan onların gözünde normal değilsin. O andan itibaren politize oldum. Şu konulara çok kafa yormaya başladım: Senin Almanya’daki rolün nedir? Sen burada kimsin? Irkçılık nedir? Kimlik nedir?
Pratikte angaje olmaya başladım: Arkadaşlarla birlikte ırkçılığa karşı bir basketbol turnuvası düzenledim. Bilindiği gibi basketbol sahası karmadır, bütün uluslardan erkekler ve kızlar bir araya gelir; dünyanın bütün ülkelerinden. Turnuva organizasyonunda polis bile desteklemişti bizi.
Kısa bir süreliğine genç sosyalistlere bağlanmıştım çünkü Gerhard Schröder’i iyi buluyordum ve o zamanlar CDU adına çifte vatandaşlığa karşı inanılmaz karalayıcı bir kampanya yürüten Robert Koch’un provokasyonları beni sinir ediyordu.
Hukuk okumak üzere Hannover’e gittim. Goslar güzel, korunaklı ve güvenli bir küçük şehir, artık yer değiştirme zamanı gelmişti. Hukuk öğrenimi hoşuma gitmişti, soyutlamayı ve sistematik düşünceyi severim. Ayrıca üniversitedeki beraberlikler de hoşuma gidiyordu. Çalışma grupları, kütüphanede hep birlikte çalışmak, sonrasında yine arkadaşlarla Café Hanomacke’nin önündeki çimenlerde güneşin altında oturmak ve kampüs hayatının tadını çıkarmak.
O sırada Asta’ya (genel öğrenci komitesi) angaje olmuştum, yabancı öğrencilerin temsilciliğini yapıyordum ve o süreçte aklımda öncelikle şu vardı: hendekleri aşmak, kültürleri anlamak, insanları bir araya getirmek. Uluslararası öğrenci grubunu kurduk, çok geçmeden bütün dünyadan (Ukrayna’dan, Gürcistan’dan, Türkiye’den ve başka yerlerden) gelen genç insanlar, yanı sıra benim gibi pek çok misafir işçi çocuğu bu ortamda bir araya gelmeye başladı.
Birlikte mangal yapıyor, film izliyor, kökenlerimiz, anne ve babalarımız, yaşam yollarımız hakkında fikir alışverişinde bulunuyorduk. Kimi zaman Ukraynalılar kendi halk şarkılarını tercüme ediyor, onları birlikte söylüyor, kimi zaman ramazanda birlikte oruç açıyorduk. Muhteşem bir dönemdi. Herkes birçok dost edindi, benim de pek çoğuyla bugün bile bağlantım devam ediyor.
Bu arada Yeşiller’e üye olmuştum. İlk devlet sınavından sonra iş aramaya başladığımda, eyalet parlamento üyesi Filiz Polat’ın verdiği bir iş ilanına rasgeldim. Türkçe bilen bir ofis yöneticisi arıyordu. Başvurdum ve işe alındım, siyasete adım atmak için bundan daha iyi bir başlangıç düşünemezdim. Filiz bana konu belirlemenin ve bu yönde çoğunluk elde etmenin ne demek olduğunu gösterdi.
2011’de Hannover’de belediye meclisi üyesi oldum, 2013’te Aşağı Saksonya eyalet meclisine seçildim ve başka faaliyetlerin yanı sıra iç politika, göç ve ağ politikası sözcülüğü yaptım.
2019’da Hannover belediye başkanlığına aday olmaya karar verdim. Şehrin yönetilmesinde sergilenen cesaretsizlik rahatsız ediyordu beni. Burası savaş sonrasından beri SPD’nin elindeydi, bu da bazı kabuklanmalara yol açmıştı. Şehrin, elindeki imkânlardan pek yararlanmadığını düşünüyordum.
Seçim kampanyamda, “Haydi, harekete geçip kalkınma cesaretini gösterelim” sloganını kullandık. Seçim afişimde bisikletle, savaştan sonra “araba dostu şehir” olarak Hannover’in içinden geçen trafik şeritlerinden birinin yanında duruyordum. Vaadim şuydu: yayalara ve bisiklet sürücülerine daha fazla yer açmak için şehir merkezindeki araç trafiğini ivedilikle azaltmak. Şehri daha yaşanabilir kılmak ve iklim değişimini yavaşlatmak. Tıpkı Kopenhag’ın yapmış olduğu, tıpkı Paris, Madrid ve pek çok başka metropolün yapmayı planladığı gibi.
Bütünlüğünü koruyan ve sıkıntıya düşenleri kanatları altına alan bir şehir için çaba gösterme vaadinde bulundum. Daha iyi eğitim, daha çok konut, daha çok çeşitlilik. İnsanlar bana inancımla ilgili soru sorduklarında verdiğim cevap şu oldu: “Ben liberal bir Müslümanım.” Ayrıca buna şunu eklemeyi de ihmal etmedim: “Londra’nın yapabildiği bir şeyi, Hannover haydi haydi yapar.”
İlk turda çoğunluk elde edilemedi. Böylece 10 Kasım 2019’da ikinci tur yapıldı. Ben oyların yaklaşık yüzde 53’ünü aldım; dolayısıyla artık belediye başkanıydım.
Seçim akşamı inanılmaz bir heyecan ve curcuna vardı. Bir milyon insan beni kutlamak istiyordu. Dolayısıyla ben de bu filmin içindeydim ve olayın bir parçasıydım. Havalı bir durumdu. Kutlamaları olması gerektiği gibi yaptık elbette, ne var ki burada aslında ne olup bittiğini anlayana kadar biraz zamana ihtiyacım oldu.
Ertesi gün oldukça sert başladı. Hannover’i bir göçmen, bir Müslüman yönetecekti; sosyal medya yemin billah Batı’nın çöküşünden söz ediyordu. Sabahleyin cep telefonumu açtığımda gözlerime inanamadım. Sosyal medyanın kustuğu bütün o nefret, bana ve aileme yönelen bütün o tehditler... Yani nereden geldiğinin hâlâ bir önemi var. Telefonla önce basın sözcümü aradım. Sonra da polisi.
Yine de bana koruma verilmesi teklifini geri çevirdim. Bunu istemiyordum. Aksi takdirde hayatımı değiştirmek, kendimi sınırlamak zorunda kalacaktım. Direnmekten vazgeçmek gibi olacaktı bu benim için.
Pazar coşku, pazartesi nefret mesajları, polis, hüsran... Salı sabahı yürüyerek meclise giderken ışıklardan birinde durdum, hiç keyfim yoktu. O esnada orta yaşlı bir kadın dönüp bana baktı ve sordu:
“Siz yeni belediye başkanı değil misiniz?”
Evet anlamında başımı salladım, o anda başıma gelebilecek en kötü şeyi düşünüyordum, oysa o gülümsedi ve “Size oy vermedim, ama bunu başarmış olmanız süper, yararlanın bundan!” dedi.
İnanılmaz iyi gelmişti bu bana. Gündelik hayatın içinde de sık sık yaşıyorum bunu. İnsanların beni görünce sevinmesi, bana el sallaması, benimle konuşması ve birlikte fotoğraf çektirmek istemesi... Gerçek dünyada hiçbir zaman sorunlarım olmadı. Sosyal medyayı görmezden geliyorum. Yoksa çıldırırdım. Tehdit yazılarını da polise iletiyorum.
Öteden beri elimden geldiğince çeşitlilik sergileyen, renkli bir şehir toplumu için kolları sıvamışımdır. Daha fazla fırsat eşitliğine ihtiyacımız var. Kimin nereden geldiğine bakmadan, eşit haklarla donanmış bir eğitim erişimine. Uluslararası kökenlere sahip birçok gencin hüsrana uğradığını düşünüyorum. Buraya ait olmak istiyorlar ama her defasında ayrımcılığa maruz kalıyorlar. Sözgelimi iş ararken veya ev bulma konusunda sıkıntı çekiyorlar. Dolayısıyla bir noktada “Alman olmak” cazibesini yitiriyor. O zaman da “Madem siz Almanlar beni Türk olarak görüyorsunuz, o zaman ben de aynı şekilde kendimi Türk olarak görürüm” diyorlar.
Buna bir son vermek gerekiyor. Soyadımız kulağa nasıl gelirse gelsin, hepimiz Almanya’nın bir parçasıyız. Aynı haklara ve yükümlülüklere sahibiz. Katılım ve saygıya ihtiyacımız var. Karşı karşıya gelmeye değil, birlikteliğe ihtiyacımız var.
Bugün bazı kimlik tartışmalarına eşlik eden sertlikten hoşlanmıyorum, burada da farklı bir ton gerekli. Evet, doğru, kimileri için köken başkalarına göre daha büyük bir önem taşıyor, göçmenler homojen değil, bir defa bunu kabul etmek zorundayız. Ancak yine de her zaman ortak bir gelecekten yola çıkmamız gerekiyor, karşı karşıya gelmekten değil. Bizi ayıran şeylere değil, birleştiren noktalara vurgu yapmalıyız.
İşgücü anlaşması iyi ki yapılmış. Bu sözleşme hem birçok insanın yaşam yolunu hem de bu ülkeyi şekillendirdi. Ama bu noktada kalmamalı, ileriye doğru gitmeliyiz. Yoksulluğun göç biyografileriyle bağlantılı olduğunu pandemi açıkça ortaya koydu. Katılıma imkân vermek, herkesin bu ülkenin fırsatlarından yararlanmasını sağlamak zorundayız. Bu yol Corona yüzünden uzadı. Buna rağmen onu kat etmek zorundayız.
Birçok genç insanın bugünlerde toplumumuz ve geleceğimiz için çaba sarf ettiğini gördükçe iyimserliğim artıyor. Yaşamaya değer bir gelecek için kararlı kuşaklara ihtiyacımız var. Demokrasimizin istikrarını güçlendirmek için de siyasete duyulan ilgiyi desteklemek zorundayız. Mesele toplumsal gerçeklikleri yansıtmak olduğuna göre, göç öyküsü olan insanların da kararlı olması son derece önemli. Çeşitliliği tam da siyasette, çok daha güçlü bir biçimde teşvik ve talep etmek, ileriye bakmak ve ortak bir gelecek için yeni düzenlemeler yapmak zorundayız!