Artık dünya ikincisiydim, aynı zamanda o kadar canım sıkılmıştı ki o an en çok yapmak istediğim şey, spor salonundan koşarak kaçmaktı.
Bremen, 2014. Kendi seyircimizin önünde Dünya Karate Şampiyonası. Bu turnuva için ağır antrenmanlar yapmış, çok çalışmıştım. 50 kiloya kadar kadınlar kategorisinde dövüşecektim ve bu kategori programın sonunda yer alıyordu. Milli takımın benden büyük umutları vardı. Alman dövüşçüler gösterdikleri gayretlere karşın hiçbiri bir sonraki günkü final serisine çıkmayı başaramamıştı.
Her şey mükemmel gidiyordu benim için. Birbiri ardına dövüşüyordum dünyanın en iyileriyle ve bütün müsabakaları arka arkaya kazanıyordum. Kısa bir süre sonra yarı finaldeydim ve iki kere dünya şampiyonu olmuş Fransız’dı rakibim. Seyirciler hararetle destekliyorlardı beni.
23 yaşındaydım, 15 senedir yoğun çalışıyordum. Ve bütün bu süre boyunca sadece tek bir hedefim vardı. Babamın başarısına ben de ulaşacak ve en az bir kere dünya şampiyonu olacaktım.
Karate dünyasından babam Veysel Bugur’u herkes tanır. Öğrenci olarak Berlin’e gelmiş, bir karate kulübüne katılmış ve sayısız şampiyonluk kazanmış. Daha sonra Kreuzberg’deki SC Banzai’yi devralmış ve muhtemelen Almanya’nın en başarılı karate kulübü haline getirmiş. Bu kulüpte, bir fabrika binasının beşinci katında ben de antrenman yaptım, daha doğru bir deyişle gençliğimin yarısını orada geçirdim. Hareket, vuruş, darbe, tekme, düşüş. Bir daha ve bir daha…
Ne yaptığımı kısaca anlatayım size izin verirseniz: Karate, “boş el”, silahsız kendini koruma sanatı, Japonya kökenlidir. İki müsabaka şekli vardır. Kata ve kumite. Bir tür gölge dövüşü olan katada, farklı teknikler bir dizi halinde sunulur. Kumitede ise bir rakibe karşı dövüşürsün. Ben bunu yapıyorum. Kumite, boks, tekvando veya judoyla karşılaştırılabilir. Ama boksun aksine rakibe sadece hafifçe dokunulur. Ağız, el ve ayak korumaları takılır ve hızlı, kuvvetli ve kontrollü yumruk ve tekme teknikleriyle rakibinin başına veya karnına dokunmaya çalışılır.
Eğer ayağınla rakibinin başına dokunursan üç puan kazanırsın, ayakla karnına dokunursan iki puan alırsın. Rakibini yere sermeyi başarırsan yine üç puan, yumruklarınla kafasına ya da karnına hafifçe dokunursan her seferi için bir puan alırsın. Müsabaka üç dakika sonra biter.
Teknik, hız, devamlılık ve savunmadaki bir açığı yıldırım hızıyla fark etmektir meselenin özü. Karate tam temaslı bir spor değildir. Rakibinin bir yeri kanarsa uyarı cezası alırsın, üç uyarı cezası alırsan turnuvadan atılırsın. Ama bu çok nadir olan bir şeydir. Yumruk ve tekmelerini rakibine zarar vermeyecek şekilde kesmeye alışıksındır. Futbol oynarken çok daha fazla insan sakatlanır.
Babam, bütün büyük turnuvalarda bana eşlik etti. Arkamda durdu, bütün tecrübesiyle koçluk yaptı bana. O her şeyi görür, mükemmel bir görüşü vardır, rakibimin savunmasındaki her açığı hemen fark eder. Bremen’de de öyle oldu. Arkamdan gelen sakin sesini duyuyordum hep.
Dünya şampiyonuna karşı yarı final maçında gayet iyi gitti işler. İyiydim, düşündüklerimin hepsini gerçekleştirebiliyordum, hızlıydım, konsantre durumdaydım ve vuruşlarım isabetliydi. Bütün salon arkamdaydı. Daha önce Fransız rakibime karşı birçok kereler kaybetmiştim, ama o gün onu yendim ve finale çıktım. Sevinç gözyaşlarıma hâkim olamadım. En büyük hayalimin gerçekleşmesi için önümde sadece bir maç kalmıştı.
Final maçı o gün olsaydı kazanır ve dünya şampiyonu olurdum. Bundan kesinlikle eminim. Bundan önceki zaferlerin heyecanına ihtiyacım vardı, seyircilerin coşkusuna… Bunlar olduğunda kendimi aşabiliyorum. Ama maalesef final bir sonraki gündü.
O gün otele geri döndük. İyi uyudum, müsabakalardan önce hep iyi uyurum, halbuki diğer sporcular genellikle heyecandan gözlerini kırpamaz. Aslında mental açıdan genel olarak çok güçlüyüm. Belki de bunun nedeni bütün hırsıma rağmen ayaklarımın yerden kesilmemesidir. Kendime hep şunu söylerim: Sakin ol, gerilme, keyfini çıkar, kasma kendini. Tabii bazı günler insan kendine daha fazla baskı yapıyor, ama bütün önemli madalyalarımı olumlu düşünerek ve gerilmeden ringe çıktığımda kazandım.
Bir sonraki gün: Rakibim Serap Özçelik. Güzel bir tesadüf: İki farklı ülkeden iki Türk kızı dünya şampiyonasının finalinde rakip olmuştu birbirine. Onu da önceki müsabakalardan tanıyordum, çok güçlü ve hızlıydı ve aynı zamanda mükemmel bir savunması vardı.
Ve bugün ilk dövüşüm final maçı olacaktı. İyi gitmedi işler. Net bir skorla, 5-1 yenildim. Yenilgiden sonraki ilk birkaç dakika berbattı, gerçekten berbat. Hedefime ulaşmaya o kadar yaklaşmıştım ki. Hayatım boyunca bu şansı bir daha bulabilecek miydim acaba?
Madalya töreni sırasında gülümsemeye gayret ettim, ama dudaklarım titriyordu. Fotoğrafçılar için iyi görünmek istedim ama beceremiyordum. Bütün gücümle gözyaşlarımı bastırmaya çalıştım. Madalya törenlerinden bilinen bir fotoğraf oldu sonuç. Üçüncü mutludur ve güler, o son dövüşünü kazanmıştır, ama ikinci kendine hâkim olmak için oldukça zorlanır.
Halbuki kaybetmek de sporun bir parçası. Yenilgilerle de başa çıkmayı öğrenmek zorundasın, yeniden toplamalısın kendini. Bu defa birkaç gün sürdü kendime gelmem. Ancak ondan sonra ulaştığım başarının keyfini yaşamaya başladım.
Ben dünya ikincisiydim!
Türk ailemin Almanya hikâyesi nenemin 1968’de bir hastanede çalışmak üzere Berlin’e gelmesiyle başlıyor. Bir sene sonra eşini ve çocuklarını da Türkiye’den getirmiş. Babam Veysel o sıralar dördüncü sınıfa gidiyormuş ve yabancı bir ülkeye yeni gelen bütün çocuklar gibi bir dönem sıkı mücadele etmek zorunda kalmış, yeni ülkenin dilini öğrenmiş, yeni arkadaşlar edinmiş ve yeni bir şehirde yaşamaya alışmış. Almanların dünyasına giriş bileti spor olmuş babamın.
On iki yaşındayken dedeme boks öğrenmek istediğini söylemiş. Babası bu fikri hiç beğenmemiş, iş arkadaşlarına sormuş, araştırmış, onlar da karate yapmasını salık vermişler. Karatenin dövüş sporlarının daha şık bir formu olduğunu söylemişler. Babam işte bu şekilde SC Banzai’ye gitmeye başlamış ve her boş dakikasında antrenman yapıyormuş.
1981’de, daha on altı yaşındayken ilk kez Almanya şampiyonu olmuş. Ama Alman milli takımına çağrılmamış, çünkü Alman pasaportu yokmuş. Ama benim babam, birileri gelip ondan rica edene dek bekleyecek bir adam değildir. Hemen Türkiye karate federasyonuyla ilişkiye geçmiş ve Türk milli takımıyla müsabakalara katılmaya başlamış.
Karate kendine güveni de beraberinde getirmiş. Hauptschule’den sonra önce Realschule’ye, sonra Gymnasium’a geçmiş ve ardından Berlin Teknik Üniversitesi TU’da elektroteknik okumuş.
1985’te, yirmi bir yaş altı U21 Avrupa şampiyonluğunu Türk takımıyla Almanlara karşı kazanmış. 1987’de yetişkin erkeklerde ilk madalyasını yine Türkiye formasıyla World Cups’da üçüncü olarak almış. 1992’de Granada’daki dünya şampiyonasında tek erkeklerde, 1994’te Kahire’de gerçekleştirilen dünya şampiyonasında da takım olarak altın madalya kazanmış. Türkiye’den gelen hayranları kahramanlarını spor salonunda omuzlarında taşımışlar.
Oldukça meşhurmuş o zamanlar, çünkü karate Türkiye’de özel bir yere sahipmiş. Milli takım önemli bir turnuvayı kazandığında büyük gazetelere manşet oluyormuş.
1992’de yeni dünya şampiyonu olarak İstanbul’da uçaktan indiğinde karşılama görkemli olmuş. Karate okullarının sporcuları yolun iki tarafına dizilerek selamlamışlar onu, çiçekler verilmiş, devlet başkanı kabul edip elini sıkmış, bir daire hediye edilmiş babama. Gazetelerde manşetlerdeymiş, akşam haberlerinde televizyonlara çıkmış.
Ama bir zaman sonra devamlı seyahat etmekten ve Türkiye’deki bitmek bilmez hazırlık kamplarından sıkıldı babam. Berlin’de bir ailesi ve elektronik mühendisi olarak çalıştığı bir işi vardı. 1996’da Alman vatandaşlığına geçmeye karar verdi. Ardından Alman milli takımına geçti, o zamanlar bu mümkündü. Alman milli takımıyla da birçok madalya kazandı, ama daha da önemlisi çalıştırıcı oldu. 1999’da SC Banzai’nin yönetimini devraldı ve kulübü Kreuzberg’de yeniden kurdu. Bu benim de karateye başladığım seneydi.
Ben 1991 doğumluyum, küçüklüğümden beri karateyle iç içe büyüdüm. Çocukken babamın antrenmanlarını seyretmeme izin verirlerdi bazen. Ara verdiklerinde sporcular benimle oynar, zaman zaman karate teknikleri gösterirlerdi. Antrenmanın sonunda da bir protein bar hediye ederlerdi, ben de onu keyifle mideye indirirdim.
Sonra, altı yaşında tenis oynamaya başladım. Karateyle tanışmıştım zaten. Tenise tam ısınamadım, yanına karateyi de koydum, ta ki babam sekiz yaşındayken beni uyarana kadar: Eğer başarılı olmak istiyorsam karar vermek zorundaydım, ya tenis ya karate. İkisine de devam edersem her ikisi de sadece birer hobi düzeyinde kalırdı.
Karatede karar kıldım ve çok geçmeden tutku beni avucunun içine aldı. Ben de babam kadar başarılı olmak istiyordum.
Kısa bir süre sonra ilk gerçek turnuvam geldi çattı, Berlin Şampiyonası. Bir taraftan fena halde heyecanlıydım, diğer taraftan bir çocuktum, spor salonunun önünde ebelemece oynuyordum hâlâ. Ringe çıkma sıram gelip ismim okunduğunda kuzenim dışarı çıkıp beni bulmuş ve içeri sokmuştu. Babam minderin yanında duruyordu, bana yapmam gerekenleri söyledi. Harikaydı, ilk turnuvamı kazandım ve Berlin şampiyonu oldum.
On iki yaşında ilk kez Almanya şampiyonluğunu yakaladım, on sekiz yaşında Alman milli takımına çağrıldım. Bu benim bir karar almam gereken noktaydı, bundan böyle müsabakalara Almanya adına mı Türkiye adına mı katılacaktım?
Uzun süre düşündüm bu konuyu. Türkiye’ye çok bağlıydım, ailemin kökleri oradaydı. Ama Almanya’yla da kuvvetli bağlarım vardı; burada doğmuş, büyümüş, okula gitmiştim. Türk milli takımı sporcusu olarak para kazanabilirdim, ama hazırlık kamplarına katılmak için aylarca Türkiye’de kalmam gerekecekti. Bunu, Berlin’de devam eden üniversite eğitimimle nasıl bağdaştıracaktım. Sonunda kararımı Almanya lehine verdim ve ben de Alman vatandaşlığına girdim.
Çocukken her gün antrenman yapmazdım, haftada iki ya da üç kere olurdu. On dört yaşımdan sonra fazlalaştı, her iki günde bir çift antrenman yapmaya başladım. Bundan fazlası gerekmiyordu, karate futbol ya da atletizm değildi. Günde üç antrenman yapan rakiplerim vardı, ama onlar da benden daha iyi değildi.
Bütün ailem karate delisi, evimizin her köşesi kupalarla dolu. Benden daha genç iki kız kardeşimin motivasyonları da en az benimki kadar yüksek. Her ikisi de Alman milli takımında ve benim gibi Avrupa ve dünya şampiyonlukları kazanmak için mücadele ediyorlar. Ayrıca her ikisi de üniversiteye devam ediyor.
En küçük kız kardeşim Seden içimizde en delisi. Bir seferinde, beş yaşlarındayken, onu yuvadan alırken antrenmana gitmiyoruz, doğrudan eve gideceğiz diye şaka yapmışlar. Hayal kırıklığı içinde hüngür hüngür ağlamaya başlamış. O kadar tutkuyla sever antrenman yapmayı. Bir başka sefer, yaşı çok daha büyük değildi, haftada dokuz saat antrenman yapmak istediğini söyledi. Bir Ukraynalının böyle çalıştığını duymuştu. Kısa bir süre sonra ilk turnuvasını kazandığında tam anlamıyla sevinemedi, çünkü “Ukraynalılar gelmemişti.”
Tabii ki babam, tıpkı kulübün diğer sporcuları gibi, kız kardeşlerimin de koçluğunu yapıyor. Bazıları onun hakemlerin korkulu rüyası olduğunu söyleyerek şaka yapar çünkü babam yanlış bulduğu kararlara bütün kalbiyle itiraz eder. Yanlış anlaşılmasın, hiçbir zaman öfkelenmez ya da sesini yükseltmez. Ama tatlılıkla, devamlılıkla ve çelik gibi bir disiplinle ısrar ederek her zaman iradesini hayata geçirmeyi başarır.
SC Banzai’nin bugün 400 üyesi var, bunlardan birçoğu enternasyonal kökenlere sahip. Fabrikadaki kat kupalarla dolu. Kulübün kadın-erkek ondan fazla sporcusu Avrupa ve dünya şampiyonlarında madalya kazanmış durumda. Bunu başarmış bir başka kulüp yani dojo yok Almanya’da. SC Banzai Almanya Olimpik Sporlar Federasyonu tarafından, gençlik ve entegrasyon alanlarındaki başarıları nedeniyle tam üç kez Yeşil Kuşak’la ödüllendirildi.
Bir gün babam büyük turnuvalara katılmak için bir yerlere gitmenin çok pahalıya patladığını fark etti, bu yüzden diğer kulüpleri bize davet edecektik. Bu şekilde 2005’te Banzai-Cup ortaya çıktı. Bugün bütün dünyadan kadın-erkek 1500 dövüşçüye kucak açan büyük bir uluslararası turnuva. Avustralya milli takımı Berlin’e geliyor Bansai-Cup için; Endonezyalılar katılıyor turnuvaya, Türkiye ve Güney Afrika da.
Kariyerimi 2017’de bitirdim. Kasığımdan sakatlandım ve bir ameliyat geçirmek zorunda kaldım. Belki yeniden başlayabilirdim ama riskli olurdu bu. Ve samimi olmam gerekirse karate bir meslek olarak hiç uygun değildi. Almanya’da karateden geçimini sağlamak mümkün değil. Harika bir hobi, seni şekillendiriyor, sana damgasını vuruyor ama bundan sonra yoluna devam etmelisin.
Geriye dönüp baktığımda başarılı bir kariyer görüyorum. Sayısız turnuva kazandım, 2011 ve 2014’te dünya ikincisi, 2017’de Avrupa ikincisi oldum. Berlin’de, yılın sporcusu seçiminde iki kere ikinci oldum.
Gümüş madalya. Haklısınız. Gerçekten gurur duyuyorum.
2012’de Humboldt Üniversitesi’nde işletme okumaya başladım ve o zamandan beri turnuvalara giderken trende, uçakta, spor salonlarında ya da otel odalarında sınavlarıma hazırlanabilmek için kitaplarım hep yanımda oluyordu. Bu sene mastırım bitiyor. Performans sporu ve üniversite eğitimi bir arada, zaman zaman çok zorluyordu beni tabii. Ama dövüş sporları insana sebat ve dayanıklılık öğretiyor.
Artık ben de boş zamanlarımda SC Banzai’de antrenörlük yapıyorum. Çocukları teşvik etmekten, hedeflerine ulaşmaya beraberce çalışmaktan büyük keyif alıyorum. Onlara karatenin temel değerlerini, rakibe saygı göstermeyi, disiplini, kendine güveni ve hakkaniyetli davranmayı öğretmek çok güzel. Bu değerler özellikle Berlin’de, bu kadar farklı bir dizi kültürün birbiriyle karşılaştığı bu şehirde, çok önemli. Karate çalışmalarında disiplini, konsantrasyonu, galibiyet ve yenilgiyle başa çıkmayı öğrenen çocukların ne kadar iyi bir gelişim gösterdiklerine çok sık bizzat şahit oldum.
Kulübümüzde tesettüre uygun, kapalı kıyafetlerle antrenman yapan çok sayıda kadın sporcumuz var. Bunun, bu sporcuların ailelerinin dindar ya da muhafazakâr olmasıyla alakası yok. Hayır, bu onların kişisel tercihi ve buna karar vermek tabii ki hakları. Herkes istediği gibi giyinebilmeli. Kapalı giyinen kadınların bu yüzden mağdur olmalarını kesinlikle kabul edilemez buluyorum.
2018’de, erkeklerle beraber, karışık bir kursta kendilerini rahat hissetmeyen bir kız grubunu çalıştırmaya başladım. Toplumun bana verdiklerine karşılık olarak gelecek kuşağa bir şeyler vermek istiyorum ve bütün anne ve babaları, çocuklarına spor sevgisi aşılama yolunda cesaretlendiriyorum.
Ben hiçbir zaman ayrımcılıkla karşı karşıya kalmadım. Belki bunun sebebi kadın olmamdır. Bir kere başıma şöyle bir şey geldi: Okulda etrafımda bir çember oluşturdular hep bir ağızdan oğlanlardan birine gününü göstermem için tezahürat yaptılar. Çocuk şaka olsun diye saldırdı bana, ben de onu şakadan yere serdim, hadise de böylece bitti.
Ama eşimin ciddi sorunları olmuş. Steglitz’deki okulunda, altıncı sınıfta sınıfın en iyi notlarını o alıyormuş, bir sürü kişi için bu anlaşılmaz bir durum haline gelmiş. Öğretmenleri ona gerçekten de Gymnasium’a gitmek mi istiyorsun, diye sormuşlar ve bunu nasıl olsa beceremeyeceğini ona anlatmaya çalışmışlar. Kimi zaman okul bahçesinde fazla sesi çıktığı için ki o yaşta çocuklar için herhalde normal bir durum, onu okuldan atmaya kalkmışlar.
Eşim Mehmet Bolat’la beni birbirimize bağlayan birçok şey var: O da benim gibi senelerce karate milli takımdaydı ve o da benim gibi, üniversite eğitimi ile performans sporu arasında kalmanın ne demek olduğunu çok iyi biliyor. Bugün endüstri mühendisi ve proje direktörü olarak çalışıyor. Beraber birçok müsabakaya katıldık, ortak değerler ve sporumuza duyduğumuz tutku bizi birbirimize bağlıyor.
Ebeveynim, Türk kökenlerimizi unutmamamıza büyük değer verdi. Evde bazen Türkçe bazen de Almanca konuşurduk, tatillerde sık sık Türkiye’ye giderdik. Harika güzeldi bu tatiller; tabii biraz da babamın her yerde tanıdıkları olduğu ve adeta Türkiye’nin her köşesinde evimizde gibi karşılandığımız için.
Karate bizi şekillendirdi. Karate kültürler arasında bir köprü, bir entegrasyon motorudur, kendini aşmana yardımcı olur.