Mehmet Gürcan Daimagüler

“Suskunluk yeminime sarsılmaz bir biçimde bağlı kaldım. İki yıl boyunca.”

Ancak sonra kitap otobüsü geldi ve o bir kitap ödünç almak istediği için ürkekçe adını söyledi. Daha sonra onu Hauptschule’ye gönderdiler, ardından da hukuk doktorası yaptı. 2011’den beri pek çok kişi tanıyor onu: Mehmet Gürcan Daimagüler avukat olarak NSU davasının yakınlarını temsil etti.

Mehmet Gürcan Daimagüler 16 Ocak 1968’de Niederschelden’de dünyaya geldi. Abitur’dan sonra Bonn, Harvard ve Yale üniversitelerinde ekonomi, hukuk, idari bilimler ve felsefe okudu. 2011'den itibaren NSU davasına müdahil avukat olarak katıldı. Ceza hukuku ve ceza muhakemesi hukukuna yönelik uzmanlık metinleri yazmaktadır. Dr. Daimagüler sosyopolitik konularla ilgili pek çok kitap kaleme aldı, ayrıca gazete ve dergilerde düzenli olarak köşe yazarlığı ve yorumculuk yapmaktadır. “Alles wird gut (Her şey iyi olacak)” başlıklı oyunu Schlosstheater Celle’de prömiyerini yaparak sahnelenmiştir.

Almanya benim memleketim değil. Türkiye benim memleketim değil. İlle bir memleketim olacaksa, orası Niederschelden’dir.

Orada 16 Ocak 1968’de dünyaya geldim. Niederschelden o zamanlar yaklaşık 2000 sakiniyle şehir denemeyecek kadar küçük ve bir yanından girip öbür yanından çıkılacak bir köy olmak içinse çok büyüktü. Yöreden kıvrıla kıvrıla bir nehir geçiyordu, Sieg Nehri. Eski merkezin yaklaşık tamamını çevrelediği için Niederschelden’e ada köyü de denir.

Niederschelden bugün Siegen şehrinin bir parçasıdır ve Köln’e yaklaşık 80 kilometre mesafededir. Yörenin kıyısında Krupp’un devasa bir çelik fabrikası var ve bizim Niederschelden’e gitmemizin nedeni de budur.

Çelik fabrikasının kurulmasından birkaç yıl önce annem Cemile Kağba ve babam Kerim Daimagüler Türkiye’den Almanya’ya kalıcı olarak göç etmişlerdi. O zaman kalıcı olarak göç ettiklerini bilmiyorlardı tabii. Planda sadece dört veya beş yıl vardı. Önce Münih’teki fabrikalarda çalışmışlar, sonra Karlsruhe’deki Bruchsal’da. En sonunda babam ekmeğini çelik işçisi olarak Niederschelden’deki Krupp’da kazanmaya, annemse Siegen’de bir tabakhanede çalışmaya başlamış.

Niederschelden annemde şok etkisi yaratmış. Çünkü o üç milyon nüfuslu bir şehirde, Bursa’da doğmuş ve henüz genç bir kadınken İstanbul’a gelmiş. Hayatında ilk kez böyle küçük bir yerde oturmak durumunda kalmış. Niederschelden onun için karanlık bir ortamdı. Alçak sıradağların yükseltilerinin çevrelediği yöre, daha günün erken saatlerinden itibaren güneşi ışınlarından mahrum olur. Ancak ben bugün, annemin “karanlık”la sadece ışık koşullarını kastettiğini sanmıyorum.

Annem ve babamın altı çocuğu vardı, ben Niederschelden’de doğan ilk çocuğum. O zamanlar eski mezarlık ile bir kum bayırının arasında kalan bir evde oturuyorduk. Doğduğum ev 70’li yıllarda yıkılmış; bu evle ilgili anılarım yok, çünkü ben doğduktan kısa bir süre sonra Rittergasse’ye taşınmışız. Türkçede Şövalye Sokağı anlamına gelen bu ismin nereden geldiğini bilmiyorum. Belki de isim, Türkçede kale okulu anlamına gelen Burg ilkokulundan geliyordur; evimizin birkaç metre ötesinde ilk dört yılımı geçirdiğim okuldan.

Rittergasse’ye gitmiş olmamız büyük bir şanstı. Evimiz büyük, eski ve virandı, buna karşılık kirası düşüktü. Ama her şeyden önce orada yaşlıca dul bir kadın yaşıyordu, Philipine Gaumann. Arkadaşları ona “Phinchen” derdi. Bizim içinse Türkçede nine anlamına gelen “Oma”ydı o. Oma Tanrı korkusu olan bir kadındı. Haftada en az bir gün “toplantı”ya giderdi, birkaç adım ötedeki yan cadde Zeil’daki evde yapılan ibadete. Bir bastonu vardı ve biz çocuklar saçmalıklarımızla onu bezdirecek olursak bastonunu kullanmaktan çekinmezdi. Ama bu yine de nadiren olan bir şeydi (saçmalık değildi, bastonun devreye girmesi).

Bedensel ceza o zamanlar yaygın bir uygulamaydı, o halde Oma Philipine’yi hemen yargılamayalım! Zira aslında çok düşünceliydi ve her zaman bizim arkamızdaydı. İlk Almanca kelimemi ona söylemiş olduğumu hatırlarım hâlâ: “Warum?” (Neden?). Nedense “neden” kulağıma pek güzel geliyordu. Ama bu kelimenin her şeyden önce sihirli bir gücü vardı. Onu söyler söylemez bir açıklamayla karşılaşıyordum. Ve onu ne kadar sık kullanırsam, o kadar çok açıklama yapılıyordu, o kadar çok şey öğreniyordum; sadece dil değil. Bu arada bazı büyükler üç yaşında bir çocuğun kendilerini “Neden?”le selamladığını görünce bir süre sonra gözlerini devirmeye başlamıştı.

Oma Philipine bize ev ödevlerimizde yardım ederdi. Annem ve babam her zaman biz çocukların “bir şey olmasını” istiyordu, hangi anne baba bunu çocukları için istemez ki? Gelgelelim Almancaları iyi değildi, zaten Almancayı ne zaman ve nerede öğrenebilirlerdi ki? Üstelik bir süre sonra vatana döneceklerini bile bile. Yani bize ev ödevlerimizde yardım edemiyorlardı ve Oma böyle girmişti devreye.

Oma bankada çalıştığı zamanlarda Knax getirirdi bana, çocuklar için bir karikatür dergisi. Ayakkabı işindeyken de Salamander-Comics. Böylece çok geçmeden Didi, Dodo ve Nero, Lurchi, Hopps ve Piping, kahramanlarım haline gelmişti. Onlarla ve Oma’yla öğrendim ben Almancayı. Dahası bu kitapçıklar içimde kelime sevgisi uyandırdı. Kitapçıklar kitaplara dönüştü ve kitaplar beraberinde hayalleri getirdi: Kimi zaman Amerika’da Old Shatterhand ve Winnetou’nun maceralar yaşadığı ve meydan muharebeleri yaptığı Vahşi Batı’ya gitmek, kimi zaman Marco Polo gibi Yasak Şehri ziyaret etmek. Rittergasse’deki tavanarasında yere çömelip okuyordum, ama aslında Himalaya’da, Meksika’da veya etrafı korkunç ve öfkeli su aygırlarıyla çevrilmiş Beyaz Nil’de bir kanodaydım.

Altı yaşında okula başladım. Okul eğlenceliydi ama sınıf öğretmenim Herr Heidemann’dan korkuyordum. Herr Heidemann çok uzun boylu ve çok yaşlıydı. Gerçekte ne o kadar uzun boylu ne de o kadar yaşlıydı muhtemelen. Sadece bana öyle geliyordu. Ondan sonraki dört yıl içinde onun sabah ritüelini öğrenmek durumunda kaldım. Mercedes’inin sesi ta uzaktan duyulurdu. Bu araba son derece etkileyiciydi. Bir Mercedes olduğu için değil, üstündeki bir sürü ülke çıkartması nedeniyle; öğretmenim bunları çıktığı seyahatlerde edinmişti. Arabada bir Mısır çıkartması bile vardı.

Herr Heidemann arabasını her zaman okulun hemen önündeki avluya park ederdi. Sınıfa girer, günaydın der oturur ve ilk iş olarak bir sigara yakardı. Yanlış hatırlamıyorsam, Camel içiyordu. Dersten sonra her zaman biz çocuklardan biri küllüğü boşaltırdı. Ağustos 1974’te okula başladığım ilk gün herkesin adını söylemişti. Adı söylenen ayağa kalkıp yüksek sesle, “Burada!“ demek zorundaydı. Bir süre sonra bir isim söyledi ama kimse ayağa kalkmadı. Öğretmen ansızın karşımda belirdi. Muazzam uzun boyluydu, an azından bana öyle gelmişti. Büktüğü parmağının kemiğiyle kafama vurdu ve beni tersledi: “Senin ismini söylediğimde, parmak kaldırmalısın!”

Ama o benim ismimi söylememişti ki, “Gu-Erkan” demişti. İkinci adım Gürcan, Almanca söylenişiyle Gürschan. Ama öncelikle de kimse bana böyle demiyordu. Ben evde “Arap”tım –hesapta çok esmer olduğum için. Öyle ya da böyle, adım Gu-Erkan değildi. O günden sonra Herr Heidemann’dan fena halde korkmaya başladım. İster istemez yapmak zorunda olduğum şeyi yaptım: Sustum. Başka öğretmenlerin yanında gayet normal davranırken, parmak kaldırırken, sorulara yanıt verirken ve altı yaşında bir çocuk ne yaparsa onu yaparken, sınıf öğretmenimin yanında bir susma grevi başlatıyor ve hiçbir soruya cevap vermiyordum.

Kısa bir süre sonra Herr Heidemann’ın sabrı taşmıştı. Bir dersten sonra beni yanına çağırıp elime bir mektup tutuşturdu, anki sağırmışım gibi de yüksek sesle ve açık seçik, “Bu mektup annen ve baban için. Sakın kaybetme ve onu babana veya annene ver.” dedi. Babam evde olmadığı için mektubu annem aldı. Annem zarfa baktı, mektubu açtı, sadece Bahnhof kelimesini biliyordu –Almancası neredeyse hiç yoktu– ve Oma’nın yanına gitti. Oma mektubu okudu, kan beynine sıçramıştı, görebiliyordum bunu. Sadece çok kızdığında olurdu bu, örneğin biri yanında küfrettiğinde. Elimi tuttu, anneme, “Gel benimle!” dedi ve böylece üçümüz Burg’un yolunu tuttuk. Öğretmenler odasına girdiğimizde orada oturuyoran Herr Heidemann şaşkınlık içinde bize baktı.

Herr Heidemann, “Benim sınıfımda hiç konuşmuyor” gibi bir şeyler geveledi, ancak Oma, “Hadi oradan canım, zırvalamayın! Başka öğretmenlerin yanında konuşuyor ya. Siz de biraz sabırlı oluverin!” dedi. Evet, durum buydu. Herr Heidemann beni ite kaka engelliler okuluna sürmek istemişti. Ama ben okulumda kaldım ve suskunluk yeminime sarsılmaz bir biçimde bağlı kalmaya devam ettim. Okulun ilk yılı boyunca. İkinci yılda da. Ve sonra üçüncü yıl ve beni yeminimi bozmaya zorlayan o an geldi.

Her hafta veya iki haftada bir okulumuza bir kitap otobüsü gelirdi. Sürücüsü kadın mıydı erkek miydi hatırlamıyorum ama bir sürü kitap yığdığı küçük bir el arabası vardı ve bununla üçüncü ve dördüncü sınıflara uğrardı. İskemlemden kitapların adını görebilmek için başımı uzattım, gözlerime inanamıyordum. Karl Mayín kitaplari! Die drei ???! (Üç Küçük Dedektif), Fünf Freunde! (Afacan Beşler).

Her çocuğun bir veya iki kitap alma hakkı vardı, boşuna değildi bu! Püf noktası şuydu: Parmak kaldırmak, istediğimiz kitabın adını ve küçük bir kartın üstüne not alınsın diye kendi adımızı söylemek zorundaydık. Tereddüt içinde gidip geliyordum. Çocuklar peş peşe parmak kaldırıyor, Herr Heidemann’ın sert bakışları altında göz gezdirmek istediği kitapları alıyordu.

Daha sonra şehir kütüphanesini keşfetmiştim. O zamanlar Eiserfeld’de bir şube daha vardı. Bu biraz daha büyük olan komşu bölgedeydi ve 20 dakika yürüme mesafesindeydi. Haftada bir yürüyerek oraya gidiyor ve bütün bir öğleden sonrayı kitapları karıştırarak ve okuyarak orada geçiriyordum. Eve dönüş yolunda yanımda bir sonraki ziyaretime kadar hatmettiğim dört, beş veya altı kitap oluyordu hep.

Suskunluk yeminime son verdikten sonra, kendisinden çok şey öğrendiğim Herr Heidemann’ın dersinde de konuşmaya başlamıştım. Baca gibi sigara içtiğini, daha iyi bir şey bulamamış gibi çocukların kafasına vurmasını ve beni öğrenme zorluğu çeken çocukların gittiği bir okula tıkmak istemesini dikkate almazsak, çok iyi bir öğretmendi o.

1978 yazında ilkokulu bitirdim. Notlarım iyiydi. Annem ve babam Alman okul sisteminden pek bir şey anlamıyordu, onlar için önemli olan biz çocukların okula gitmesiydi. Dördüncü okul yılının sonunda çocuklarının geleceği için yolun döşendiğini o zamanlar bilmiyorlardı. Geleceğin akademisyenleri Gymnasium’a, gelecekte orta kademe yöneticiliği ve ticaret yapmak isteyenler Realschule’ye ve geleceğin işçi arıları Hauptschule’ye gidiyordu.

Bir gün posta kutusuna bir mektup düştü. Bunu kimin, okulun mu yoksa eğitim müdürlüğünün mü gönderdiğini şu anda hatırlamıyorum. Mektupta Hauptschule’ye gideceğim ve Hubenfeld okulunda derse girmem gerektiği yazıyordu. Bu okulu tanımıyorduk. Abim ve ablam zaten o okula gidiyordu. Ancak onlarla benim aramda bir fark vardı: Onlar okula başladığında Oma Philipine ortada yoktu. Ayrıca okul sistemini biraz olsun tanıyan bizden büyük kardeşlerimiz de yoktu.

Büyük ablam mektubu okuduğunda en büyük ablamın kılavuzluğunda bir şeyler yapmaya karar verdi. Oma Philipine’nin niye işin içinde olmadığını hatırlamıyorum, belki de yıllık tatili için Bodensee’deydi. Her neyse, ablalarımın peşine takıldım ve hep birlikte ilkokulun yolunu tuttuk. Herr Heidemann’ı sınıflardan birinde masanın başında tek başına otururken bulduk. Ablalarım ürkek bir edayla notlarım çok iyi olduğu için Gymnasium’a gidip gidemeyeceğimi sordu.

Herr Heidemann şaşkın bakışlarla güldü ve şöyle dedi: “Çocuklar çocuklar, siz hayal mi görüyorsunuz? Gymnasium’da bir Türk çocuğu?” Ve böylece konu kapandı. Farklı zamanlardı, daha kötü zamanlar. Türk ve işçi çocuğu olduğum için talihsizdim ben. Ölümcül bir durudu bu. Babam “sadece” bir çelik eriticisi değil de diş hekimi veya onun gibi bir şey olsaydı, bana da mutlaka Gymnasium yolu açılırdı. Ama talihsizdim işte.

Öğretmenim Herr Heidemann şaşkın bakışlarla güldü ve şöyle dedi: “Çocuklar çocuklar, siz hayal mi görüyorsunuz? Gymnasium’da bir Türk çocuğu?” Böylece konu kapanmıştı ve ben Hauptschule’ye başladım.

İki yıl, 1978’den 1980’e kadar Hubenfeld’in öğrencisi oldum. Daha önce Rittergasse’den ilkokula gitmek bir dakika sürerken, artık her sabah bütün dağı tırmanarak 20 dakika yürümek zorundaydım. Bu yüzden son derece gergindim. Ama bu gerginlik dışında okulda geçirdiğim zaman iyiydi. İlkokuldaki bazı eski arkadaşlarımla artık aynı okula gitmediğimiz için üzülüyordum. Okul yolunda onlarla karşılaştığımda, bana karşı artık eskisi kadar açık yürekli olmadıkları da dikkatimi çekmişti. Artık okul sınıflarına değil, farklı “sınıflara”, toplumsal sınıflara ait olduğumuzu çok sonra anladım ancak. Burada geleceğin doktorları, orada geleceğin işçileri.

Her yıl yabancılar polisine gidip oturma iznimizi uzatmak durumundaydık. Annemin ve babamın Almancası pek iyi olmadığı için genellikle ben de yanlarında oluyordum. Babam sahip olduğu tek takım elbisesini giyer ve kravatını büyük bir özenle takardı. Devlet dairesinde çoğunlukla uzun süre beklemek zorunda kalırdık ve babamın gerginliği her geçen dakika biraz daha artardı. Ne zaman belgeler eksik çıksa –ki belgelerde her zaman bir eksik çıkardı– babam fena halde azar işitirdi. Elinden geldiğince özür diler ve neredeyse yerlere kapanacak kadar ezilir büzülürdü; normal koşullarda benim son derece gururlu olan babam!

Bu durum beni her geçen yıl biraz daha öfkelendiriyor ve her geçen yıl ona olan saygımı biraz daha yitiriyordum, tabii o da bunu hissediyordu. 16 yaşımdayken babam öldü. Dört yıl sonra babamın öldüğü yaşta olacağım. Ben şunu anlayana kadar on yıllar geçti aradan: Zamanı geldiğinde çocukları da kendisi gibi olmasın diye kendini tozun toprağın içine atmıştı babam!

Okuldaki dersler hâlâ hoşuma gidiyordu ve Hubenfeld’de öğretmenlerimden yana çok şanslıydım. Sınıf öğretmenim Frau Wendt’di ve gerektiğinde sert olmayı pek güzel beceriyordu. On yıllar sonra, Siegen’deki Apollo Tiyatrosu’nda yaptığım bir konuşmanın ardından yaşlıca bir hanım konuşmak üzere bana yöneldi. Aradan otuz yıl geçmiş olmasına rağmen onu hemen tanıdım. Benimle ne kadar gurur duyduğunu söyledi. “Eskiden sen benim öğrencimdin, şimdi de ben senden bir şeyler öğreniyorum” dedi. Bir zamanların öğrencisi eski sınıf öğretmeninden bundan daha güzel bir şey duyabilir mi? Frau Wendt bu görüşmemizden kısa bir süre sonra öldü ne yazık ki.

Özellikle hatırladıklarımdan biri de coğrafya öğretmenim Frau Hoffmann’dır. Kendisi Zeil’da yarı ahşap bir evde oturuyordu. Altın sarısı bir Volkswagen kullanıyor ve arabayı hep Dr. Kluge’nin muayenehanesinin hemen yanındaki eski ambara park ediyordu. Onun dersinde çok eğleniyordum, çünkü sık sık haritalara bakabiliyor ve yabancı ülkeleri “keşfedebiliyorduk”.

Hubenfeld’de geçirdiğim yılların kayıp yıllar olduğunu veya orada hiçbir şey öğrenmediğimi söylersem, yalan söylemiş olurum. Latince dersi veya eski dillerle ilgili bir ders yoktu orada elbette. Ancak işine bağlı öğretmenlerimiz vardı, en azından İngilizce dersi de. Ayrıca o zamanlar Hauptschule’lerin bugün genellikle olduğu gibi böylesine kötü bir şöhreti de yoktu. Bir süre önce eski okullarımın, Burg ve Hubenfeld’in kapanacağını ve Hubenfeld’e yeni bir ilkokulun taşınacağını üzüntüyle öğrendim. Bazı ebeveynlerin, pahalı yeni neslin bir ilkokula değil de Hauptschule’ye taşındığı düşüncesine yol açmasından korktukları için Hubenfeld’in adının değiştirilmesini talep ettiğini duyduğumda biraz da şaşırdım. Bu noktada onlara biraz rahatlayıp gevşemelerini tavsiye ederim.

1980’de Hauptschule dönemim, zamanından önce sona erdi. Zira sınıf öğretmenim Siegen/Giersberg’de Realschule’ye gitmem için tavsiyede bulunmuştu. Bende potansiyel görüyor ve orada kendimi Hubenfeld’de olduğundan daha fazla geliştirebileceğime inanıyordu. Doğrudan Gymnasium’a geçiş yapma imkânı yoktu, o halde Realschule olacaktı. Ayrıca bu okullar benim gibi Haupschule’den gelen çocuklara tıpatıp uyduğu için her sabah Siegen’e giden bir otobüs kalkıyordu.

Hem üzgün hem heyecanlıydım. Üzgündüm çünkü eski ve yeni arkadaşlarımı artık o kadar sık göremeyecektim, heyecanlıydım çünkü her gün heyecan verici Siegen’e gidebilecektim. O zamanlar benim için gerçek bir Manhattan’dı orası. Kardeşlerim sabahları Burg veya Hubenfeld’in yolunu tutarken, ben Storch Oteli’nin önündeki otobüs durağına koşturuyordum.

Giesberg’deki yıllar rüzgâr gibi geçti. Notlarım bir iyi bir kötüydü, ama sonunda çok iyi oldu. Zaman zaman mobbinge uğradığım da oldu. Birçok harika öğretmene denk geldim. Sadece Almanca dersi gördüğüm değil, aynı zamanda kelime sevgimi keşfedip beni teşvik eden muhteşem Frau Frank bunlardan biriydi. Beni ırkçı mobbinge maruz bırakan okul arkadaşlarımdan koruyan ve onlara Levililer’i okuyan sosyoloji öğretmenim Herr Betz sadece öğretmenim değil, aynı zamanda kurtarıcımdı. Herr Kern aydın ve bilgili bir matematik öğretmeni olmasının yanı sıra bana akıl vererek yol göstermeyi de ihmal etmiyordu.

Giersberg dönemim sona ermeye yaklaştığında ve güzel bir Gymnasium olan Rosterberg’de Abitur’a başladığımda, Niederscheldenli olarak orada geçirdiğim yılların sonu da ufukta görünmeye başlamıştı. Hayır, doğru kelime bu değil. Her zaman bir Niederscheldenli olarak kalacağım ben. Söylemek istediğim, Niederschelden’de oturan biri olarak bu dönemimin sona ermesi. Babam 1984’te geçirdiği bir kalp krizinden sonra öldü. Annem ansızın reşit olmayan dört çocukla kalakalmıştı. Kirası yüksek olmamakla birlikte Niederschelden’deki ev fazlasıyla pahalıydı. Dördümüz Gosenbach’da üç odalı bir eve taşındık. Tabii hâlâ sık sık Niederschelden’e gidiyordum ama artık sadece ziyaretçiydim ve bunu üzücü buluyordum.

Geride anılar kalıyor. Anıların çoğu güzel. İnsan bu dönemden “memleket” günleri diye söz ediyor ve bunun ne demek olduğunu, kimlerin onun bir parçası olup olmadığını tartışıyor. Benim için memleketin ne demek olduğunu tam olarak biliyorum ben. Memleket, komşu çocuklarla oynanan oyunların anısıdır. Memleket kokulardır, Noel’de fırından yeni çıkmış kurabiyelerin kokusu gibi. Ama memleket öncelikle birbirini tanıyan insanlardır.

Bu tanışıklıkların hepsi güzel ve iyi değildir. Başını çeviren insanlar da vardır, bu hareket onları ele verir. Bu insanların bazıları bana kanake diyordu, Almancada yabancılara yönelik ayrımcı ve aşağılayıcı bir sözcüktür bu. Ama beni yaralamıyor artık. Fuck them. Dürüst olmam gerekirse, bu insanların memleketten anladıkları şeyi, (geleneksel kıyafetler, Alman halk şarkıları gibi birçok şeyi, uzun sözün kısası zaten hiç var olmayan bir Almanya anısı) yani bu aslında olmayan memleketi alıp hayır dualarımla hiç tereddüt etmeden aryan götlerine sokabilirler. Affedersiniz.

Babam öldüğünde zavallı annemin elleri boş kalmıştı. Çaresizdi, umutsuzdu ve gidişatın nasıl olacağını bilmiyordu. Sonra akşam kapının zili çaldı ve bir komşu başsağlığı sözleri eşliğinde annemin eline bir zarf sıkıştırdı. Yakın ve uzak komşular bir araya gelip para toplamışlardı; üstelik kendileri de pek fazla bir şeye sahip olmayan insanlardı bunlar. Bu para öylesine önemliydi ki. Buzdolabı bir süredir tam takır kuru bakır olduğu için değil sadece, bu zarf aynı zamanda bir insanlık ve umut işaretiydi. 2015’te ölen annem şöyle derdi hep: “Bir kapı kapandığında diğeri açılır”. 1984’ün soğuk şubatındaki o anda da böyle düşünmüş olduğuna eminim.

Ben Niederschelden’de dünyaya geldim. Erkek kardeşim de öyle. Babam Niederscheldenli olarak öldü. Kız kardeşim Niederschelden’de öldü, annem de gözlerini sonsuza dek orada kapadı. Oma son yolculuğuna Niederschelden’den çıktı ve biz Oma Philipine’yi Niederschelden’e gömdük. Memleket dediğin bu kadar olur ancak ve ben de başka memleket istemiyorum.

Evet, Niederschelden bir köydür, ama insanları köylüden ötedir. Umursamaz değillerdir, komşuyla ilgilenir, birbirlerine hürmet ederler. Niederscheldenliler ile ilgili anılarımı idealize ettiğimi biliyorum tabii. Hepsi dayanışmacı ve yardımsever değil. Aralarında iyiler olduğu gibi kötüler de, duygudaşlık gösterenler olduğu gibi ırkçılar da var. Bugün onları toplamda tozpembe çiziyorsam, işin içinde oldukça kendini kandırma var. Ancak memleket dediğimiz şey tam da bu aslında: olgular ile hakikatin, yanılsamalar ile yalanların, hayallerin, kâbusların çılgın bir karışım olarak iç içe geçtiği, içinde biraz mutluluk ve talih, kimi zaman da sevginin yer aldığı, aslında olmayan anılar. Ne var ki onlara ihtiyaç duyuyoruz. Yeri geldiğinde sahte bir anı bile insanı ayakta tutabilir. John Lennon haklı: Whatever gets you through your life, it’s all right, it‘s all right.

Geri